31 Ekim 2015 Cumartesi

Sen Uyurken

Uyuyorsun yanımda;
küçüldükçe küçülüyor yüzün,
ağzın-burnun birbirine geçiyor sanki..
Uyuyorsun yanımda,
nefesini dinliyorum uzun uzun...
Parmak uçlarımla dokunabiliyorum ancak,
tedirgin ve telaşlı,
her dokunuşun ardından pişman olsam da
tutamıyorum kendimi.
Uyuyorsun yanımda,
gözlerinde gördüğün rüyaların izleri,
seyrediyorum bıkmadan, bıkmadan..
Uyuyorsun yanımda,
ara ara bana sokularak,
sen sokuldukça bırakıyorum aklımı geride,
bedenim kocaman bir kalbe dönüşüyor.
Sen uyudukça, hayaller kuruyorum
yaşamını ve büyüdükçe güzelleşeceğini
düşünüyorum.
Yüzüne bakarken,
sevdiğim adamı buluyorum sende.
En çok da onun hiç büyümeyen
çocuk gözlerini, meraklı bakışlarını..
Kıpırdanıyorsun sonra
Gözlerini aralıyor,
uyku sersemi gülümsüyorsun bana.
Yanında olmamın mutluluğuyla
yanaklarıma öyle bir tutunuyorsun ki
içimden onlarca uçurtma havalanıyor sanki..
Dünya dönmeyi bırakıyor sen güldüķçe.
Pamuk ellerin, bebek kokun
etrafımızda ne varsa silikleştiriyor.
Uyanıyorsun..
Ve seninle her şeyin geride kaldığı
taptaze bir gün başlıyor.

29 Ekim 2015 Perşembe

Yol

Sevginin izlerini hiç bilmediğim yollarda arıyorum. Daha önce denemediğim yollardan geçiyor, bilmediğim yüzlerde, alışık olmadığım duruşlarda sezinliyorum. Dar, eski bir sokaktayım. Günün alaca saatleri, eve dönen insanların yorgun yüzlerinde. Argınlıklarına bakarak seçiyorum tanıdıklarımı. Onlar da bana bakıyorlar ama tanımazdan geliyorlar sanki. Öyle umursamazlar ki yaşanmışlıklara. Hızla geçip gidiyorlar yanımdan, ürkerek adeta. Hayret, sanki bir daha hiç bakamayacak gibiler yüzüme. Seneler öncenin mahallelerine benzetiyorum geçtiğim yerleri. Çocukların üzeri kir pas içinde, 80'lerdeki, 90'lardaki gibi. Pis ama coşkulular. Mutluluğun sevimli yorgunluğu sinmiş üstlerine. Birinin gözlerini alıyorum avucuma, bana oynadığı bin çeşit oyunu anlatıyor. Öyle mutlu ki anlatırken, bir yeşile dönüyor rengi bir maviye -kararsız-. Geri veriyorum gözleri acele ederek. Öteki kulaklarını çıkartıp veriyor, dinliyor beni ama ben hikayelerimi bitirmişim çoktan. "Sabrını zorlama boşa, dudaklarım mühürlü." diyorum, pes ediyor ve koşuyorlar sahibine. Sonra bir apartmanın ikinci katından bir başka çocuğun burnu düşüyor ayaklarımın önüne. Elime alıyorum, kokluyor avucumu. Derin bir nefes çekip düştüğü pencereye tırmanıyor. Neydi amacı bilmiyorum, sanki o da bir iz peşinde gibi. Bunların hiçbiri tuhaf gelmiyor bana. Sokağın kalabalığı yürüdükçe azalmaya başlıyor ama durmaya hiç niyetim yok. Bin sene önce benimle yürümüş eski bir dostu buluyorum yanımda. Susarak yürüyor bir süre benimle, geçmişte hep olduğu gibi. Başını eğip sorgulayan gözlerle bakıyor ara ara. Ben de ona cevapsız bakışlarla karşılık veriyorum. Bir an gözlerim dalıyor ve geri döndüğümde yok olmuş...Zerre umursamıyorum gidişini. "Ne ilk, ne de son nasıl olsa" diyorum. Her gidenin ardından yeter miktarda bakmışım. "Artık konuşmak da yok geriye dönüp bakmak da" diye geçiyor aklımdan. Ne diye çıkmıştım yola ben? Ha evet, sevginin hiç bilmediğim izlerini arıyordum. Ağızdan çıkan sözlerde, yazılmış cümlelerde değil üstelik. Bu kez farklı. Yol inceldikçe insanlar tek tük görünür oluyor. Hayıflanmıyorum, bilakis içim ferahlıyor. Aradığım izler onlarda yok biliyorum. Hava artık tamamen kararıyor. Yolda bana eşlik eden bir kaç kedi, aylak bir köpek ve seyrek aralıklı sokak lambaları. Lambalardan biri önümde eğiliyor birden bire ve sırıtıyor bana. "Deli misin?" diyorum. "Sokak lambasıyla konuştuğunu hatırlatırım!" diyor dik dik bakarak. İtiyorum elimle, dokunur dokunmaz dikleştiriyor bedenini. Yürümeye devam ediyorum. Bu yol uzadıkça bir masalın içine karıştığımı hissediyorum. Zaman kırılıyor, paramparça oluyor sanki. Bunca tanıdık yüz yanılsamadan ibaretti belli ki. Düpedüz hayaldi. Yerkürenin daha önce keşfedilmemiş bir kıtasına düşmüş gibi hissediyorum. Tanıdık hiç bir şey kalmıyor etrafımda. Saatlardir, günlerdir, belki de haftalardır yürüdüğümü zannettiğim sokak, beni bilmediğim bir yere getiriyor bir şekilde. Sokağın eski parke taşları oynamaya başlıyor sonra. Tümüyle yerden ayrılıp önce havalanıyor, sonra kayıp gitmeye başlıyor ayaklarımın altından. Korkudan gözlerimi açamıyorum ilkin. "Ama hayır, yükseklik korkuma yenilmenin zamanı değil." diyorum içimden. Yavaşça dizlerimin üzerine oturup göz kapaklarımı aralıyorum...Çocukluğumuzun "pamuk tarlası" diye tarif ettiğimiz bulut kümelerinin arasındayım...Bulutların arasından önceleri tek tek görmeye başladığım ağaçlar giderek kalabalıklaşıyor. Bir süre sonra da hiç bilmediğim çeşit çeşit ağacın arasından masmavi bir deniz görünüyor. Gülümsüyorum..Adına "ikinci dünya" dedikleri yerde olduğumu anlıyorum. Ayaklarım altındaki sokak yavaşça duruyor. Yeniden yürümeye başlıyorum. Ama bu kez farklı. İçimi anlamsız bir huzur, sebepsiz bir mutluluk kaplıyor sanki. Meraklanmıyorum, kaygılanmıyorum artık. Yürümeye devam ederken birkaç yüz beliriyor yanımda. Onları gözlerinden ve gülümsemelerinden tanıyabiliyorum sadece. Konuşmak için ağzımı açmak istiyorum, parmaklarıyla dudaklarımı kapatıyorlar. Aralarından biri sessizce uzanıp kulağıma fısıldıyor "Hiç bir şey söylemene gerek yok, burada ne soru var ne kaygı..Biz seni hislerinden tanıyoruz, sen de bizi..Yaşamana bak, hoş geldin" diyor..Sevginin izlerini hiç bilmediğim yollarda buluyorum.  

25 Ekim 2015 Pazar

Kayıp Kahramanlar

Büyümek tercih değil aslında. Zorlanarak büyüyoruz, büyütülüyoruz. Ama sadece boyumuzla posumuzla, gittiğimiz okullarla, aldığımız kararlarla değil aslında. Bizi asıl büyümeye mecbur bırakan kahramanlarımız. Her çocuk için kahramanları çok özeldir ve çoğu zaman gizlidir. Sır gibi kalbimizde filizlendirir sonra özenle büyütürüz onları. İçten içe bizim masallardaki, okuduğumuz romanlardaki veya izlediğimiz filmlerdeki karakterlerden kahramanlar yarattığımızı zannededursunlar, asıl kahramanlarımız gerçek insanlardır. Etten kemikten bizim gibi birer "insan" olan varlıklarını süsler, gözümüzde devleştiririz. Yaşamımızdaki rolleri farklıdır elbet. Kimi anne-babasını, kimi yaşı büyük kardeşlerini, kimi de halasını-dayısını kahramanı yapar. İlla o kadar yakın olmak zorunda da değiller aslında. Karşı binadaki gizemli yaşlı adamı, bakkal amcayı, eve gelen televizyon tamircisini de kahramanlaştırabiliriz. Öğretmenler, yaşı bizden büyük okul arkadaşları vs vs aklınıza kim gelirse. Rollerinin bir önemi yok aslında. Kimisi büyük işler başararak bizi hayran bırakmıştır, kimisi ufacık bir hareketle. Kiminin vicdanına, inceliğine tutuluruz kiminin heybetli fiziksel özelliklerine kiminin de sadece yaşam hikayelerine. Ama öyle yada böyle kalbimizde kahramandırlar işte. Sonra birer birer yok olmaya başlarlar. Yaşamdan koparak, vicdanlarını yitirerek ya da zamanla yaptıkları basit hareketlerle gözümüzden bir bir düşerler. Onlar gözümüzden düşerken ruhumuz ezilir-büzülür. Beklenmedik davranışları hem onların kahramanlıklarını küçültür hem kendimizden utanır hale getirir. "Hani benim kahramanım" dersiniz ya içten içe, ne üzücüdür aslında. Hayır hayır, büyüdüğümüz için yitirmezler kahramanlıklarını. Onların güzelliklerini, özelliklerini yarı yolda bırakmalarıyla biz büyümeye zorlanırız. Yüzleri silikleşir, sesleri boğuklaşır..Kahramanlar azaldıkça çocukluk geride kalır. El sallar, belki de efkarlanıp arkalarından içeriz..