23 Aralık 2015 Çarşamba

Yumruk

Eskilerden..

"Bambaşka bir insan çıkarmıştın kendinden. Tanımadığım, bilmediğim biri. Yanında geçen zamanı farketmezdim ya hani, o gün bir an önce bitsin diye dua ediyodum yanında. O halini görmek, bana o kadar yabancı olduğunu görmek içimi yakıyordu. Sevdiğim insana ne yapmıştın kim bilir? Giderken ardından baktım uzun uzun. Yürüdüğün o kısa yol hiç bitmesin istedim. Geri dönüp bakmadın, görmedin nasıl asfaltın derinine gömüldüğümü. Oradaydım arkanda, kollarınla uzansan dokunabilirdin. Ama avucunda gizlediğin bir şey varmışcasına sımsıkı tuttuğun yumruğundu sağ yanımda hissettiğim. Ellerim, ayaklarım kesilmişti o an. Yine o soğuk kış günü, nefret ettiğim kalın paltomun eriyip incecik bir tişörte dönüştüğü anı yaşıyorum. Öyle inceydi ki bedenimi saran kumaş, kalbimi kafesleyen kaburgalarım öyle yumuşaktı ki, elinin en sivri yerine dek hissetmiştim. O gün o koltukta yanımda oturan çocukla ruhlarımız değişsin diye dua ettim. Tanrı'ya o güne dek öyle içten bir dua edilmiş olamazdı fikrimce. Gerçek olmadı, ruhum o küçük çocuğun ardından el sallayabildi sadece. Vapuru bekledim sonrasında; hava bin kat soğudu beklerken veya ben donarcasına üşüyordum. Bana hiç beklemediğim bir anda armağan ettiğin sıcaklığının yerini buz kesen bakışların almıştı. Sokakta görüp ürkeceğin kuduz bir köpeğe bile o şekilde bakmazdın. Nereye gitmişti o deli sevgi bilmiyorum. Üzerimde palto değil yumruğunla erittiğin incecik bir kumaş parçası vardı ya, üşümeye devam ettim. Vapur geldi, istemeye istemeye bindim. Karşı kıyıya geçerken senin kıtana bakmaya devam ettim. Gözlerimi kırpamadım. Belki koşarak gelirsin belki "hepsi şakaydı" dersin diye bakmaya devam ettim. Olup bitene olan şaşkınlığım beni yanıltıyordu. Gerçek olabileceğine inanmak ağırıma gidiyordu işte. Ne dönüp ardına baktın, ne de şaka olduğunu söyledin. O an o kalabalık vapurda; aynı anda küçüldükçe küçülen bedenime inat ruhum yaşlandı. Saçlarıma yansımayan bu yaşlanma trajikti benim için. Ellerim hayret aynıydı, yüzümde çizgiler de oluşmamıştı ama içim yaşlanmıştı işte. Ne çocukluk kaldı ne yaşama isteği. Birazdan eve ulaşacaktım. İçeri girmeden maskemi takacak ve kimse bilmesin-görmesin-anlamasın diye en usta oyuncular gibi rol kesecektim. Bir an önce gece olsun da yalnız kalayım diye dakikaları sayacaktım. Oysa aklım hala ardına bakmayan ve beni o asfalta gömen bedeninde. Biliyorum ki herşeyi unutsam bile bugünü hiç unutmayacağım. Bugün çocukluğumun son günü.. "

Ben

Ben benim, bu kadarım
Ne eksilebilir, ne çoğalabilirim.
Neyim varsa bana ait,
bugünden yarına kalacak.
Ne söylesem yarım yamalak,
ne anlatsam yetmeyecek.
Ne yaşatsam, ne hissettirsem eksik kalacak.
Düşüncemi toprağa gömmek isterim yapamam.
Susmak isterim susamam.
Bırakayım suyu aksın isterim, bırakamam..
Bunca bırakamayışımın ardından
Bir de ne göreyim
Onlar beni bırakmış.

Hayat Kısa

Bazen insana aniden bir aydınlanma geliyor. Hazır yeni bir yıla girerken tazelenmek lazım belki de. Düşünceleri tazelemek, ruhu tazelemek..Yaş ilerledikçe insan, hayatın değerini daha iyi anlıyor. "Hayat" çok çok değerli ve çok kısa. Zaten yeterince baskı ve stres altında yaşıyorken elimizden gelen özgürlükleri kendimize hediye etmeliyiz diye düşünüyorum. İnsanlara "hayır" diyebilmek, görüşmek istemediklerimizle görüşmemek, istemediğin insanları aramamak, mecburen iletişim kurmamak, mecburen veya sırf yapılması gerekiyor diye bazı şeyleri yapmamak, mecburen bir yerlere gitmemek, ayıp olmasın diye kendimize baskı uygulamamak, gerçek yaşamda hiç bir iletişim kuramadıklarımızı sanal dünyada da arkadaş listenizden çıkarmak gibi özgürlükler basit ama çok rahatlatıcı ve huzur verici olabilir. Yeterince zor bir dünyada yaşıyoruz, hayat fazlasıyla emek istiyor halihazırda. Elimizden yeterince özgürlük alınıyor. İş stresi, trafik,günlük telaşlar, hastalık ve kaza haberleri, sevdiklerimizin sıkıntıları, dünyanın ve ülkenin içler acısı durumu varken her şey yeterince zor. "O ne yapmış, ne yemiş, ne giymiş, kimle görüşmüş, kimi aramış" sınıfına giren her türlü eleştiri ve yargılamayı umursamıyorum. Bana verilen yaşamı elimden geldiğince istediğim şeyleri yaparak, istemediklerimi yapmayarak gönlümce yaşamak ve buna bundan sonra daha çok özen göstermek istiyorum. Yani kendime daha çok özen göstermek istiyorum. Kendi adıma ve herkes için başarabilmek umuduyla.

18 Aralık 2015 Cuma

Kışın Sıcağı

"Sevmek" kış mevsimine yaraşır en çok, çünkü kışın kendini daha çok hissettirir. Bunca soğuğun, bunca rüzgarın, karanlığın içinde, hala içimiz ısınabiliyorsa ruhlarımız için umut var demektir bir bakıma. Sadece bakarak, sadece duyarak ve düşünerek ısınır içimiz. Sevdiğimiz zaman; dokunmak ve dokunulmaksa, ne büyük bir mutluluktur insanı yeryüzündeki cennete sürükleyen. Tıpkı koku gibi.. Koklamakla başlar ya her şey aslında. Koklayarak yaşananları anılara dönüştürürüz, koku ile başlatır, kaybolan kokular ile bitiririz. Koku ile bağlanır koku ile anımsarız çoğu zaman. Duyguların sınır çizgileridir kokular. Soğuk bir kış günü sıcak bir duştan daha çok ısıtan şeyler hep bu ele avuca sığmayanlardır işte. Gün içinde yaşadığımız onlarca ayrıntıyla örnekleyebiliriz içimizi ısıtanları. Mesela her gece yatmadan yatağımın yanındaki komidine takılır gözlerim. Üzerindeki tığ işi krem rengi örtüler, anneannemin emeğidir. Onun bana daha bebekliğimde yaptığı bu örtülere bakmak beni ısıtır. Pamuk ellerine dokunur gibi gezdiririm parmaklarımı üzerilerinde. "Yanımda olsa da sarılsam" derim içimden. Çünkü bir tek O, olur olmaz sarılmalarımı, öpmelerimi garipsemezdi. Çünkü O, bıkmadan ardımdan el sallardı. Sonra gözüm sevgilimle ilk fotoğrafımızda gezinmeye başlar; avuçlarında terleyen ellerimi düşünüp ısınırım bu kez. Aşkın ilk günlerinin o hastalıklı hali düşer aklıma, gülümserim. Tam ışığı kapatacakken, tam "bu kadar" derken son anda, küçük bir daktilo görünümündeki müzik kutusu alır aklımı.. Ona bakınca hissettiğim huzur içimi sımsıcak yapar bu kez. "Dostluk" derim içimden; ani, şaşırtıcı ve sönmeyen bir ihtiyaç...Uykuya dalmadan ısınırım bu kış gününde.

9 Aralık 2015 Çarşamba

Asker Notları- Özkan Özdoğan

Arada sırada sevdiğim yazıları, şarkı sözlerini veya şiirleri paylaşmak hoşuma gidiyor. Bu kez bir değişiklik yapıp, hayat arkadaşımın askerdeyken yazdığı notları paylaşmak istedim.O'nun hassas yüreğinden çıkan cümleleri paylaşmaktan onur duyarım: 

"Güneşin gölgeleri yeni yeni uzatmaya başladığı saatte düştük yola. Sanki araçlar için değil de, yakınlardaki bir dağ köyünde yaşayan amatör bir ressamın tablosuna güzellik katsın diye yapılmışçasına daracık, üzerine biriken toz ve toprak kalıntılarından asfaltın gözükmediği, kıvrılarak karşımıza uzanan dağlara doğru giden o yola. Araçlar birbiri ardına yol aldıkça havalanan toz bulutu, önümüzde gri bir perde oluşturuyor, güneşin vurduğu yerlerde tuhaf oyunlar oynuyor gözlerimizle.

Pamuk tarlaları sol yanımdan bir martı sürüsü gibi akıyor.. Onca griliğin, sarının, boz renklerin içinde bembeyaz bir örtü gibi çorak vadiyi saklamaya çalışıyor adeta.. Yolda ilerledikçe beyazlık yerini koyu bir kahve rengine bırakıyor.. Ekinlerin hasadından sonra çıplak kalmış tarlalarda, çalışan ellerin, gürültüyle kargaları ürküten dev makinelerin sesleri, emekleri seçilebiliyor kolaylıkla.

Paletlerin hemen yanlarından taşlar yuvarlanıyor sağımızda akan küçük ve zümrüt yeşili dereye.. Belli etmemeye çalışsam da, arada bir üzerlerinden geçmek zorunda kaldığımız o dar ve kısacık köprülerden az da olsa tedirgin oluyorum.. Önümüz ve arkamız sıra yolda ilerleyen tüm diğer araçların geçişlerini de endişeyle ve nefesimi tutarak izleyebiliyorum ancak.

Derken, ileride, gözümüzün alabildiği son uzaklıkta, sanki bir buğday tarlasının başakları parıldıyor. Yaklaştıkça görüyorum ki, o başaklar, sarı saçlı, esmer tenli ve her birinin gözleri bir diğerinden daha mavi, çocuklar; çingenelerin o sevmeye kıyamayacağın güzellikteki küçük çocuklarıymış meğer.. Yanlarından geçerken, gülümseyerek ama muhakkak çekinerek, yeşiller ve tuhaf makineler içindeki –belki de aslında korkutucu- adamlara küçük elleriyle selam veriyorlar.. Tıpkı onlar gibi gülümseyerek ve çekinerek karşılıyorum selamlarını.. Yolun hemen yanına kurulmuş, derme çatma, yıkıldı yıkılacak gibi görünen çadırların, barakaların arasında onlarcası koşuşturuyor; kısa ve çarpık bacaklarıyla düşe kalka büyümenin sancılarından henüz habersiz, çocuk olmanın, günahsız ve daha kirlenmemiş olmanın tadını çıkarıyorlar…

Ardımızda bıraktığımız toz ve duman, birazdan o sarı başakları da görünmez yapıveriyor acımasızca..

Köyler geçiyoruz ardı ardına. İçinde türlü çeşit meyve ağaçları olan, kışın birbirine sokulup daha çok ısınabilsin diye dip dibe yapılmış evlerle donanmış köyler bunlar. Çakıl taşlarından yolları, yıkılmış bahçe duvarları, uzun zamandır akmadığı her halinden belli olan çeşmeleriyle her şeye rağmen mutlu hayatların yaşandığına inanmak istediğiniz türden köyler.. Dışarıda günün son ışıklarından faydalanmak için dolaşan yaşlılar, köyün delikanlıları, kızları, tarladan dönen kadınları, kahvehaneleri dolduran erkekleriyle bir kez, bir kez daha ve sonra defalarca kez daha selamlıyorum karşımıza çıkan insanları..

Sanki yalnız benim için yollara koyulan bir trenin belli belirsiz sesi çalınıyor kulağıma. Çocuk gibi sevinen, bir selam olsun alabilmek için gözlerini ayırmadan karşıdan gelen bu tuhaf nesneye gözlerini diken benim şimdi de.. Artık pek de fazla yolcusu bulunamadığından olacak, vagonları bir elin parmaklarının sayısını bile bulmayan bu tren, çocukluğumdan kalma yırtılmış bir takvim yaprağı gibi vadiyi ortadan ikiye bölerek, dağı, taşı ve her şeyi çınlatarak bir hayal gibi süzülüp geçiyor yanımızdan..

Güneş, yaramaz bir çocuğun annesinden korkup, bir koltuğun ardına saklanması gibi tıpkı, karşımızda yükselen ve hiç geçit vermeyecekmiş gibi yakınlaştıkça daha da yüksek gözüken dağların arkasına sığınmaya başlıyor.. İşte tam da o anda, hiçbir bulutun mavisine zarar vermediği o gökyüzü, önce sarıya, eşi görülmemiş bir turuncuya ve nihayetinde en kızılından bir kırmızıya boyanıyor.. Herkesin gözleri büyülenmişçesine karşımıza, gerçekleşmekte olan bu doğa mucizesine yöneliyor o anda; bütün gürültüler susuyor, herkes olduğu yerde bu renk cümbüşünün keyfini çıkarmak için kıpırdamadan duruyor ve yorgunluğunun belki de uzun zamandır ilk kez bir şeylere değdiğini düşünerek belli belirsiz gülümsüyor... "

04-07/12/2009
Özkan Özdoğan

7 Aralık 2015 Pazartesi

Bir Çocuk Sevdim

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Gözleri kederli hatta korkulu
Her şeye rağmen bir an gülümsedi çocuk
Sıcak sade ama biraz kuşkulu

Bir çocuk sevdim uzaklarda
Sanıyordum ki onun özlemi de buydu
O ise bir bakışta beni örtülerimden
Yalnızca yalnızca duygularıyla soydu

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılarak biraz küskün

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk biraz adam biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti

Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılarak biraz küskün

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılarak biraz küskün

26 Kasım 2015 Perşembe

Nadas - Feridun Düzağaç

Otlarım yanar sensizlik nadasında
Toprağım, birazcık dinlensin, büyüsün yeşersin
Gelmeyişin..
Hiç bir şey diyen bi cümlenin ortasina terkedilmiş bir
Kelimeyim..
Öznesiz, zamansız, zarfsız, mektupsuz, adressiz

Seni arar durur bir kör ebeyim
Çık ortaya ne olur yaralarım iyileşsin
Çok zaman geçti çok zaman geçti
Haber vermeden gelme ne olur

Ürker tenhalığım kıskanır
Ağlar belki
Ben ağlıyamazsam gücenme ne olur
Gözlerim bitti gözlerim bitti

Dört yanım hasret
Unutulmuş bir ada gibiyim
Açıklarımda batmış yüzbinlerce gemi
Limanım, yoksun yastan

Seni arar durur bir kör ebeyim
Çık orataya ne olur yaralarım iyileşsin
Çok zaman geçti çok zaman geçti
Haber vermeden gelme ne olur ürker tenhalığım kıskanır
Ağlar belki
Ben ağlıyamassam gücenme ne olur
Gözlerim bitti gözlerim bitti...

22 Kasım 2015 Pazar

İsimsiz

İsimsiz, zarfsız sev beni. Sıfatlar koyma önüme, ardıma. Bilirsin sen de, hayatı sıfırlamaktır her yeni insan. Bırakalım sıfırlansın ne varsa eskiye ait, ne varsa geçmişten rüyalarımıza giren, yok olsun bir bir. Yaşanmışlıkların ağırlığı üzerimizdeyken ne kadar saf olabiliriz ki? Ne kadar kaygısız ne kadar gerçek kalabiliriz? İnanmaktan bu kadar korktukça, yok saydıkça eksiklerimizi, yok saydıkça zaaflarımızı ne kadar var olabiliriz? Sen de benim kadar hissediyorsundur belki,gizli kalmış bir ıssızlık halindeyiz. Konuştukça, gülümsedikçe dışımıza; içimizdeki ıssızlık büyüyor. Onu koruyup kolluyoruz her gün, her an. Tozunu alıp hissettiklerimizin, tazelenmiş bir umutla çıkıyoruz yola. Ve yola her düştüğümüzde mutlaka ardımıza bakıp el sallıyoruz, kimseye olmasa da kendimize belki de. Yorgunluğumuz sadece en umulmadık anlarda dudaklarımızdan çıkan "off"lamalarla ortaya çıkıyor. Birbirimizde aradığımız izler bazen sevinç oluyor bazen tatlı bir iç sızlaması. O tuhaf sızlamaları iyi bilirim ben. İnsana yaşadığını anlatır ama bir yandan tırtıklayarak kazır içini. Yine de sızlasın istersin. En azından yaşıyorum. Düşünsene en son ölümümün üzerinden kaç sene geçmiş. Hissetmektir insanı yaşatan. Önce yeniden hayata döner sonra sil baştan aynı hataları yaparsın. Kendini eğitmek adına dizginlediğin her an doğru yoldasın demektir. Söz dinlemeyip dürtüklersen her taşın altını, yine başarısızsındır. Karşındakini tükettiğini hissettiğinde zaten zarar ziyan içinde olduğunu bilirsin. Hepsini geçelim peki ya özlemek?İnsanların deli divane anlattığı özlem öyle küçük anlarda ortaya çıkar ki, ne uzun uzun zamanlara ihtiyaç duyar, ne de şehirler arası yollara. Yeter ki seni kendine getirmeye karar versin o, bir anda duvara çarpar seni. Neden özlediğini sormaya mecalin kalmaz. Bırakmak istersin kendini...Suyun aktığı gibi sakince akmak istersin. Buyum ben işte, bu kadarım aslında. Ne eksilebilirim ne çoğalabilirim artık. Avuç içlerimde birkaç sıcak bakış, bir tutam içten dokunuş kalmış. Onları kaybetmemek içindir ellerimi cebimde tutuşum. Sen beni pür dikkat dinleyip kelimelerimi zihnine kazırken, mimiklerimi ezberine alırken ben telaş içindeyim aslında. Bilirim ki bir yanlış söz, bir ters tavır seni benden uzaklaştırabilir. Herkesten gizleyebildiğim ağrılarımı farkeden biri için çok da tuhaf değil aslında. Ama öyle üzgünüm ki insanların emek emek inşaa ettiklerimi ufacık hatalarımda yerle bir etmelerinden. Bunu bir kez daha görmek istemem artık. Kaçınırım. Senin gibi. Belki farklı şeylerdir kaçındıklarımız ama aslında çok da ayrıntı var bizi bir şekilde yakın kılan. Yine çok konuştum. Susmak bütün dünyaya karşı kolay. Sana karşı zor.

5 Kasım 2015 Perşembe

Otursak Seninle

Bir otursak karşılıklı; 
etrafta kimse olmasa, 
çıt çıkmasa yer küreden,
görüntüler silikleşse
kuşlar uçmaya ara verse,
rüzgar bile ses etmese.
Ne güzel konuşurduk,
ne uzun dinlerdik birbirimizi. 
Ne eksik kalırdı ne fazla ruhumda.
Bırakırdım belki tüm kavgalarımı. 
Doya doya ağlar, 
doya doya gülerdim yanında.
Bir otursan karşıma; 
saatler dursa, zaman izafi olsa, 
sessizce çizgilerinden takip ederdim seni.
Hiç konuşmadan anlatacaklarını dinler,
susarak eşlik ederdim sessizliğine.
Gülüşünün altındaki yaraları 
tek tek birbirine eklerdim.
Bir otursan karşıma; 
hiç kaçmaz, kavga ederdim seninle.
Korkmaz, kaygılanmazdım hiç.
Bir otursak seninle, uzun uzun;
ara ara gözlerimiz ıslanırdı.
Bir benim gözlerim seninkileri takip ederdi
Bir seninkiler..
Buluttan nem kapacak olsam
boşverir, gülümser geçerdim yanında.
Sen yanağımdaki çukurlara uzanırdın,
ben saçlarından öperdim.
Ve sen bana yakın oldukça
ben kendimle barışırdım.

Seni Sevdim - "Gülten Akın" Anısına

Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
"Uyandım bir sabah" gibi değil, öyle değil 
Nasıl yürür özsu dal uçlarına 
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara 

Susuzdu, suya değdi dudaklarım seni sevdim 
Mevsim kirazlardan eriklerden geçti yaza döndü 
Yitik ceren arayı arayı anasını buldu 
Adın ölmezlendi bir ağız da benden geçerek 
Soludum, üfledim,yaprak pırpırlandı Ağustos dindi 
Seni sevdim, sevgilerim senden geçerek bütünlendi 

Seni sevdim, küçük yuvarlak adamlar 
Ve onların yoğun boyunlu kadınları 
Düz gitmeden önce ülkeyi bir baştan bir başa 
Yalana yaslanmış bir çeşit erk kurulmadan önce 
Köprüler ve yollar tahviller senetler hükmünde 
Dışa açılmadan önce içe açılmadan önce kapanmadan önce 
Nehirlerimiz ve dağlarımız ve başka başka nelerimiz 
Senet senet satılmadan önce 
Şirketler vakıflar ocaklar kutsal kılınıp 
Tanrı parsellenip kapatılmadan önce Seni sevdim. 
Artık tek mümkünüm sensin.

3 Kasım 2015 Salı

Siyaset mi Hayat mı?

Aklımızın almadığı günlerden geçiyoruz, yine, yine. Umutlanmaya başlarken tekrar başa döndük. İki gündür sanki herkes moralsiz herkes üzgün. Oysa bizler azınlıktayız. Ne yazık ki yabancı gibiyiz. Her şey bir yana en çok anlamakta zorlandığım; insanların "sevdiklerinizle siyaset yapmayın, kafanıza siyaseti fazla takmayın" yorumu. Bu olanları "siyaset" diye adlandırmak çok hafife almak olur bence. O kadar basit değil. Bizler bu konuları düşünmekten, konuşmaktan, okumaktan veya tartışmaktan zevk almıyoruz. Apolitikliğimiz keyiften yok olup gitmedi. Avrupa'nın kuzeyinde huzur içinde yaşayan bir toplum değiliz ki siyaset konuşmayalım. Bu olanlar geleceğimizdir, siyaset diyerek geçemezsiniz. Muhtemelen izleri nesiller boyu sürecek bu günlerin. Bu yüzden çoktan kendimizden geçtik, çocuklarımızın nasıl bir yaşamı olacağına dair endişeleniyoruz. İnsanlar çaresizlikten,ellerine fırsat geçşe koşa koşa ülkeyi terkedecek duruma geldiler. Neden peki? Ortadoğu pisliğine bulaşmaktan, hayatımızın her alanına müdahale edilmesinden, muhalif olan herkese en hafif diliyle "kötü" muamele edilmesinden, hukuksuzluktan, ormanların satılmasından, her yere "hizmet" adı altında betonlar dökülmesinden, en basit fırtınada hortumların çıkmasından, en güzel deniz kıyılarının satılmasından, ana okullarında dahi önce "din" in öne çıkmasından, aynı fikirde olmayan insanların ikinci sınıf vatandaş haline getirilmesinden, ülkemize tüm dünyayı korkutan örgütlerin girmesinden bahsediyoruz. Bunlar siyaset mi? Hayatımızın ta kendisi mi? Bunlara "siyaset" deyip geçenler herhalde dalga geçiyor olmalılar. Veya daha kötüsü umursamazlıkları o kadar arsızlaşmış ki, tüm bu konularla ilgilenmemizi hor görüyorlar. Bir başka ihtimalse yok sayarak kapkara vicdanlarını temizlemeye çabalıyorlar. Kusura bakmayın ama biz uyanalı çok oldu. Uykuya tekrar dalacak huzuru bulamıyoruz. "İstikrar" adı altında hayatımız mahvediliyor. Mucizelerle kazanılmış topraklar riske atılıyor; bin bir zorlukla çağ atlatılmış bir toplum cahilleştirilerek giderek geriye gidiyor. Peki istikrar ile zenginleşen kim? Dolar son 12 senede hiç mi yükselmedi? İşsizlik artmadı mı? 12 senelik iktidar gücüyle yapılan ve boyunlarının borcu olan hizmetler neden gözlerde bu kadar büyütüldü? Neden insanlar alevi olan komşularına kötü gözle bakmaya başladı? Neden herkes hoşgörüsüz ve mutsuz? Neden kadınlar daha çok öldürülmeye başlandı? Evet haklısınız, siyasiler gelir geçer ama geçerken ülkeyi karanlığa götürmesinler derdindeyiz. Bir siyasi lidere Tanrı muamelesi yapılmasına karşıyız en basitinden. Sizler uyumaya devam edin güzel güzel. Biz huzursuz olduğumuz sürece, siz uyudukça ve sizin vurdumduymazlığınızdan, vicdan yoksunluğunuzdan kurtulmadıkça rahat olamayacağız. Ve sonuna kadar "siyaset" konuşacak, yazacak ve tartışacağız. Umudumuzu ve bu ülkeyi kimsenin kirli amaçlarına teslim etmeyeceğiz. 

1 Kasım 2015 Pazar

Vazgeçmeyen Ruhun

Hayat; vazgeçmek nedir bilmeyen insanları aramakla geçer. Yönünü, duraklarını, sevdiklerini yitirirsin ama duyguların seni hiç bırakmaz. Sadece umut, ayakta tutar en zor anında. Vazgeçirmez duygularından. Seni sen yapan ve özel kılan duyguların ve onları yaşama-yaşatma biçimindir. Ağır gelir çoğu ruha...Garipsemiş gibi yaparlar. Seni tuhaf adlederler ve kendine yabancılaştırırlar. Bir an için inanırsın bile onlara. Çünkü onlar hep çoğunluktur. Çoğunluğu normalleştiren zalim düzene boyun eğersin..En azından dışarıdan. Ama ya iç dünyan..Ufacık mimiklerinle ele vermek dışında dışına yansıtmadığın ruhun? Hiç boyun eğer mi? Asla..Ruhun seni senden çok sever. Ruhun seni güzel kılar ve herkese direnir. Maskeleri düşüren de sana maske takmanı öğütleyen de ruhundur. Beyninle yüreğin arasında müthiş bir lokomotiftir. Durmadan çabalar ve seni sana sevdirir. Seni sana sevdirdikçe, yaşama ve insanlara bağlanırsın. Umrunda olmayan çoğunluk artık normal de olsa, onları hiç mühimsemezsin. Seni kıran sadece hislerinin hep yapayalnız kalmasıdır. Ama üzülmezsin çok da. Üzülmemelisin; bir sessiz bakış, üzeri kapalı bir kaç sözcük, bir çocuğun sıcak elleri, bir insanın akla sığmayacak güzelliği güç verir. Hayat böyle devam eder bütün kahrına rağmen. Ve aslında hayat fazla zalim ama fena güzeldir.

31 Ekim 2015 Cumartesi

Sen Uyurken

Uyuyorsun yanımda;
küçüldükçe küçülüyor yüzün,
ağzın-burnun birbirine geçiyor sanki..
Uyuyorsun yanımda,
nefesini dinliyorum uzun uzun...
Parmak uçlarımla dokunabiliyorum ancak,
tedirgin ve telaşlı,
her dokunuşun ardından pişman olsam da
tutamıyorum kendimi.
Uyuyorsun yanımda,
gözlerinde gördüğün rüyaların izleri,
seyrediyorum bıkmadan, bıkmadan..
Uyuyorsun yanımda,
ara ara bana sokularak,
sen sokuldukça bırakıyorum aklımı geride,
bedenim kocaman bir kalbe dönüşüyor.
Sen uyudukça, hayaller kuruyorum
yaşamını ve büyüdükçe güzelleşeceğini
düşünüyorum.
Yüzüne bakarken,
sevdiğim adamı buluyorum sende.
En çok da onun hiç büyümeyen
çocuk gözlerini, meraklı bakışlarını..
Kıpırdanıyorsun sonra
Gözlerini aralıyor,
uyku sersemi gülümsüyorsun bana.
Yanında olmamın mutluluğuyla
yanaklarıma öyle bir tutunuyorsun ki
içimden onlarca uçurtma havalanıyor sanki..
Dünya dönmeyi bırakıyor sen güldüķçe.
Pamuk ellerin, bebek kokun
etrafımızda ne varsa silikleştiriyor.
Uyanıyorsun..
Ve seninle her şeyin geride kaldığı
taptaze bir gün başlıyor.

29 Ekim 2015 Perşembe

Yol

Sevginin izlerini hiç bilmediğim yollarda arıyorum. Daha önce denemediğim yollardan geçiyor, bilmediğim yüzlerde, alışık olmadığım duruşlarda sezinliyorum. Dar, eski bir sokaktayım. Günün alaca saatleri, eve dönen insanların yorgun yüzlerinde. Argınlıklarına bakarak seçiyorum tanıdıklarımı. Onlar da bana bakıyorlar ama tanımazdan geliyorlar sanki. Öyle umursamazlar ki yaşanmışlıklara. Hızla geçip gidiyorlar yanımdan, ürkerek adeta. Hayret, sanki bir daha hiç bakamayacak gibiler yüzüme. Seneler öncenin mahallelerine benzetiyorum geçtiğim yerleri. Çocukların üzeri kir pas içinde, 80'lerdeki, 90'lardaki gibi. Pis ama coşkulular. Mutluluğun sevimli yorgunluğu sinmiş üstlerine. Birinin gözlerini alıyorum avucuma, bana oynadığı bin çeşit oyunu anlatıyor. Öyle mutlu ki anlatırken, bir yeşile dönüyor rengi bir maviye -kararsız-. Geri veriyorum gözleri acele ederek. Öteki kulaklarını çıkartıp veriyor, dinliyor beni ama ben hikayelerimi bitirmişim çoktan. "Sabrını zorlama boşa, dudaklarım mühürlü." diyorum, pes ediyor ve koşuyorlar sahibine. Sonra bir apartmanın ikinci katından bir başka çocuğun burnu düşüyor ayaklarımın önüne. Elime alıyorum, kokluyor avucumu. Derin bir nefes çekip düştüğü pencereye tırmanıyor. Neydi amacı bilmiyorum, sanki o da bir iz peşinde gibi. Bunların hiçbiri tuhaf gelmiyor bana. Sokağın kalabalığı yürüdükçe azalmaya başlıyor ama durmaya hiç niyetim yok. Bin sene önce benimle yürümüş eski bir dostu buluyorum yanımda. Susarak yürüyor bir süre benimle, geçmişte hep olduğu gibi. Başını eğip sorgulayan gözlerle bakıyor ara ara. Ben de ona cevapsız bakışlarla karşılık veriyorum. Bir an gözlerim dalıyor ve geri döndüğümde yok olmuş...Zerre umursamıyorum gidişini. "Ne ilk, ne de son nasıl olsa" diyorum. Her gidenin ardından yeter miktarda bakmışım. "Artık konuşmak da yok geriye dönüp bakmak da" diye geçiyor aklımdan. Ne diye çıkmıştım yola ben? Ha evet, sevginin hiç bilmediğim izlerini arıyordum. Ağızdan çıkan sözlerde, yazılmış cümlelerde değil üstelik. Bu kez farklı. Yol inceldikçe insanlar tek tük görünür oluyor. Hayıflanmıyorum, bilakis içim ferahlıyor. Aradığım izler onlarda yok biliyorum. Hava artık tamamen kararıyor. Yolda bana eşlik eden bir kaç kedi, aylak bir köpek ve seyrek aralıklı sokak lambaları. Lambalardan biri önümde eğiliyor birden bire ve sırıtıyor bana. "Deli misin?" diyorum. "Sokak lambasıyla konuştuğunu hatırlatırım!" diyor dik dik bakarak. İtiyorum elimle, dokunur dokunmaz dikleştiriyor bedenini. Yürümeye devam ediyorum. Bu yol uzadıkça bir masalın içine karıştığımı hissediyorum. Zaman kırılıyor, paramparça oluyor sanki. Bunca tanıdık yüz yanılsamadan ibaretti belli ki. Düpedüz hayaldi. Yerkürenin daha önce keşfedilmemiş bir kıtasına düşmüş gibi hissediyorum. Tanıdık hiç bir şey kalmıyor etrafımda. Saatlardir, günlerdir, belki de haftalardır yürüdüğümü zannettiğim sokak, beni bilmediğim bir yere getiriyor bir şekilde. Sokağın eski parke taşları oynamaya başlıyor sonra. Tümüyle yerden ayrılıp önce havalanıyor, sonra kayıp gitmeye başlıyor ayaklarımın altından. Korkudan gözlerimi açamıyorum ilkin. "Ama hayır, yükseklik korkuma yenilmenin zamanı değil." diyorum içimden. Yavaşça dizlerimin üzerine oturup göz kapaklarımı aralıyorum...Çocukluğumuzun "pamuk tarlası" diye tarif ettiğimiz bulut kümelerinin arasındayım...Bulutların arasından önceleri tek tek görmeye başladığım ağaçlar giderek kalabalıklaşıyor. Bir süre sonra da hiç bilmediğim çeşit çeşit ağacın arasından masmavi bir deniz görünüyor. Gülümsüyorum..Adına "ikinci dünya" dedikleri yerde olduğumu anlıyorum. Ayaklarım altındaki sokak yavaşça duruyor. Yeniden yürümeye başlıyorum. Ama bu kez farklı. İçimi anlamsız bir huzur, sebepsiz bir mutluluk kaplıyor sanki. Meraklanmıyorum, kaygılanmıyorum artık. Yürümeye devam ederken birkaç yüz beliriyor yanımda. Onları gözlerinden ve gülümsemelerinden tanıyabiliyorum sadece. Konuşmak için ağzımı açmak istiyorum, parmaklarıyla dudaklarımı kapatıyorlar. Aralarından biri sessizce uzanıp kulağıma fısıldıyor "Hiç bir şey söylemene gerek yok, burada ne soru var ne kaygı..Biz seni hislerinden tanıyoruz, sen de bizi..Yaşamana bak, hoş geldin" diyor..Sevginin izlerini hiç bilmediğim yollarda buluyorum.  

25 Ekim 2015 Pazar

Kayıp Kahramanlar

Büyümek tercih değil aslında. Zorlanarak büyüyoruz, büyütülüyoruz. Ama sadece boyumuzla posumuzla, gittiğimiz okullarla, aldığımız kararlarla değil aslında. Bizi asıl büyümeye mecbur bırakan kahramanlarımız. Her çocuk için kahramanları çok özeldir ve çoğu zaman gizlidir. Sır gibi kalbimizde filizlendirir sonra özenle büyütürüz onları. İçten içe bizim masallardaki, okuduğumuz romanlardaki veya izlediğimiz filmlerdeki karakterlerden kahramanlar yarattığımızı zannededursunlar, asıl kahramanlarımız gerçek insanlardır. Etten kemikten bizim gibi birer "insan" olan varlıklarını süsler, gözümüzde devleştiririz. Yaşamımızdaki rolleri farklıdır elbet. Kimi anne-babasını, kimi yaşı büyük kardeşlerini, kimi de halasını-dayısını kahramanı yapar. İlla o kadar yakın olmak zorunda da değiller aslında. Karşı binadaki gizemli yaşlı adamı, bakkal amcayı, eve gelen televizyon tamircisini de kahramanlaştırabiliriz. Öğretmenler, yaşı bizden büyük okul arkadaşları vs vs aklınıza kim gelirse. Rollerinin bir önemi yok aslında. Kimisi büyük işler başararak bizi hayran bırakmıştır, kimisi ufacık bir hareketle. Kiminin vicdanına, inceliğine tutuluruz kiminin heybetli fiziksel özelliklerine kiminin de sadece yaşam hikayelerine. Ama öyle yada böyle kalbimizde kahramandırlar işte. Sonra birer birer yok olmaya başlarlar. Yaşamdan koparak, vicdanlarını yitirerek ya da zamanla yaptıkları basit hareketlerle gözümüzden bir bir düşerler. Onlar gözümüzden düşerken ruhumuz ezilir-büzülür. Beklenmedik davranışları hem onların kahramanlıklarını küçültür hem kendimizden utanır hale getirir. "Hani benim kahramanım" dersiniz ya içten içe, ne üzücüdür aslında. Hayır hayır, büyüdüğümüz için yitirmezler kahramanlıklarını. Onların güzelliklerini, özelliklerini yarı yolda bırakmalarıyla biz büyümeye zorlanırız. Yüzleri silikleşir, sesleri boğuklaşır..Kahramanlar azaldıkça çocukluk geride kalır. El sallar, belki de efkarlanıp arkalarından içeriz..

21 Ekim 2015 Çarşamba

"Sen" Sandığım Belki Benim Yüreğimdi

Çok mu rüya gördük? Uykumuzdan uyandık zannedip daha da derinine mi gömüldük rüyaların?Kabusla gerçek, hayalle rüya birbirine mi geçti? Birden kendimize getiren, yüzümüze tokat atan ne oldu? Yoksa korkular haklı mı çıktı? Aslında her şey aynı, herkes aynı, kim bilir..Farklı zannettiklerimiz belki bizim yanılgılarımızdan ibaret. Belki her şey bir yansıma; kendi ruhumuzdan, kendi kalbimizden güzel birer kopya. Gözümüzde güzelleştirdiğimiz, anlamlar verdiklerimiz aslında kendi illüzyonumuz. Öyle görmek-öyle düşünmek istediğimizden, çok fazla istediğimizden, bu yansımayı fark etmiyoruz. Belki duyduğumuz cümlelere istediğimiz anlamlar yüklüyor, kelimerin içini duygularla dolduruyor, davranışları gözümüzde büyütüyor, istediğimiz gibi anlıyoruz. Belki inanmak için direne direne hayaller üretiyor, en güzel senaryoları yaşadığımızı zannediyoruz. Yanlış karakterlere, yanlış dialoglar kurduruyor, mimikleri yanlış anlıyoruz. Belki gerçek olan sadece kendimiziz ve bizim dışımızdaki herkes illüzyon. Gerçek olmasına çok ihtiyaç duyduğumuz güzel yalanlar..Olamaz mı? Olabilir.

18 Ekim 2015 Pazar

Çatlak

Ne yaparsak yapalım, tüm tecrübelerimize rağmen, hayat her an ders vermeye devam eder. Yaşına başına bakıp dalga geçercesine hem de. "Artık şaşırmam" demek gülünçtür bir bakıma. Ama hayatın alaycılığına rağmen, inadına aldığın tüm geçmiş dersleri yok saymak ister insan. İnadına büyümemek, inadına aldanmak ister. Aldanmanın büyüsüne kaptırırsın kendini. Çünkü suyun akışını izlemek heyecan vericidir. Kimileri buna "insanlara olan umudu yitirmemek" der. Ama bana göre kendine olan umudunu yitirmemektir. Kendine dair umudun varsa hissetmeye dair hevesin sona ermez. Kurbanlık koyun gibi beklersin sadece, başına gelecekleri. Üzüleceğin kesindir üstelik, sevineceğin de. Ama sevinçle üzüntünün görünmez terazisi sadece kişinin kendisini ilgilendirir. Hesabı sadece kendine verir insan! İşte, tüm yaşanmışlıklara rağmen tezcanlı davrandığınızda şaşırırlar. Görüntünüzün ruhunuzla örtüşmediği noktalarda, yaşamınızla anlattıklarınız daha da alakasız durabilir; uzaktan elbet. Anlamalarını beklemezsiniz, dinlemelerini de. Hem zaten dinleme işi aslında hep size aittir. Siz dinlersiniz onlar konuşur. Bundan şikayet de etmezsiniz aslında.  Sonra yorgunluk kendini hissettirir. Yanına çokça da bıkkınlık gelir. Gücünüzü yitirsiniz. Sesinizi yükseltmeye, birine sarılmaya, dinlemeye veya konuşmaya dair zayıf hissedersiniz. Haliniz kalmaz kısaca. Kendi iç hesaplaşmalarınıza gelmiştir belki sıra. Kendinize dönersiniz, bir de en yakın bir avuç insana. Zaman geçer...Yaşının bin katı yaşamışsın hissi yavaşlatır hatta pas tutturur. Ta ki zihnindeki paslı çarkın yeniden dönmeye başlamasına kadar. Yüreğindeki çatlakların arasından su sızmaya başlar. Suyun akışı yavaştır ama tozu,kiri ve tüm zayıflıkları yıkar usulca. Bundan sonrası bambaşka bir hikayedir. Güç senin içindedir, halledersin nasıl olsa!!!

16 Ekim 2015 Cuma

Mucize

"Mucize" ne kocaman bir kelime. İçi uçsuz bucaksız imkansızlıklarla dolu sanki. İnsanın aklına neler neler getiriyor, ne beklentilere yol açıyor. Bir ağacın gölgesinde hayallere dalıp kendimize deli mucizeler çizebiliriz. Oysa ki mucize bizimle anlamlanıyor, bizimle büyüdükçe büyüyor. Sana mucize gelen ona sıradan olmuş ne önemi var? Ona mucize olanın sana ne faydası var? Hiç. Mucize, tamamen kişisel ve belki de en basit ayrıntılarda gizli. Mesela çocuğun ilk kez "anne" deyişidir mucize. Veya seneler geçse de aynı adama aynı hayranlıkla bakabilmektir, elinin sıcağının hiç tükenmeyişidir. Bazense mucize, bir insana en kuytu yaralarını göstermek, sesini duyunca ferahlamaktır. Belki mucize, aynı ana babadan olmadan "kardeş" hissetmekte, belki de onun canı acıdığında senin avuçlarına dikenlerin batmasıdır.  Kim bilir bir cümlenin kalbini yerle bir etmesinde veya küçücük bir gülüşün keyifsiz bir güne ışık olmasındadır. Uzaklarda aramaya gerek yok; mucize, damarlarında akan kanda, sevdiğin yemeğin damağında bıraktığı tatda, denizin kokusunu içine çekmekte, sevdiklerinle uyanmaktadır. Hepsini boşverin, "Mucize" sağlıkla tamamladığımız ve sevgiyi hissettiğimiz sıradan bir günün ta kendisidir aslında, görmek isteyene..

15 Ekim 2015 Perşembe

Ayaklarını Akıntıya Sarkıtan Çocuk

Ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
lüferler geçer senin içinden
küçük göçmen balıklar
-ama nereye giderler sisili sularda-
Gemilerle gezen bu şehrin sesini
ikimiz iki dilden duyarız da
duymaz gemiler.

Bir yerli-yabancı burada, bir yabancı-yerli orada
ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
dünyada bir anayurt bulunmaz sana, bana.

Ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
teslim olan sokaklardan geçtim koşarak
elimde altmış vaftiz şekeri
koşarak
koşarak
-ama nereye gidebilirdim başka-
bir sen sağ kalmıştın
bir de iki gözü iki renkli bir kedi

Ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
dünyaya yenildikçe güzelleşir insan
inan bana

Kimbilir kimleri taşır
denizde ışıklar yüzdüren şu batık gemi
kimlere açılır lambaları yanan evlerin pencereleri
"sizi seviyorum" desem çıkar mı bir işiten
insan daha uzak yıldızından
daha yalnız dünyadan.

Ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
hangi yoldan geçsen incirler dokunurdu sana
vişne dalları, karadutlar
sana, bana dokunurdu yaprak döken ağaçlar
-ama nereye gidecektik ki iki başımıza-
ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
ayak izlerimizdi saçılan yapraklar
yoksa birer lüfer miydiler suda?

Donakaldık
donakaldık, karşı karşıya
sur kapılarını tutan ak mermerden iki insandık
çekip gitsek yıkılacak bu şehir
kalsak
kalsak diyoruz ama
gemilerin halat attığı taşlar tanır da ikimizi
gemiler tanımaz
çığlık çığlığa dumanlar soluyarak
geçip giderler aya'ucumuzdan
-boş yere uçar martılar-

Boş yere bütün yolculuklar
ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
gemiler onu almaz
kalmak ister İstanbul şehrinde, kalamaz.

Gemiler onu almaz
kalmak ister İstanbul şehrinde, kalamaz.

Mehmet Yaşın / İstanbul, 1987

13 Ekim 2015 Salı

Ağlasa

Ne vakit gözleri yaşaracak olsa
yutkunur, 
derin bir nefes çeker içine,
sigara gibi..
Ağlamamayı zaferden sayar, övünür.
Oysa bilmez ki
göz yaşını içine akıtmasıdır
onu asıl zehirleyen.
Ağlasa şehir başına mı yıkılır zanneder?
Yoksa dünyası tersine mi döner?
Dönsün varsın dünya terse
ne olur ki?
Bir ağlasa,
yağmur yağar, fırtına kopar..
bir ağlasa dolu dolu
kıyamet bile kopar!

11 Ekim 2015 Pazar

Veysel Atılgan

Veysel; güzel gözlü çocuk; seni hiç tanımıyorum. Aileni, kökenini, yerini yurdunu bilmem. Tek bildiğim 9 yaşında babanla barış için yürümek istediğin. Sabah babanın elini tutarak sevinçle evden çıktığını hayal ediyorum. Haftasonu baba-oğul güzel vakit geçirecektiniz, heyecanlıydın. Hava pırıl pırıl güneşliydi. Ama o güzel sonbahar sabahı, hayat senin için sona erdi. Ani ve utanç vericiydi gidişin.  Barış yürüyüşü için yüzlerce insanlar buluşmuştunuz ve barış için yürüyecektiniz.  Daha yürüyüş başlayamadan bombalarla yarıda kaldı gülümseyişin. Baba-oğul çekip gittiniz bu dünyadan. Yarın okula gidemeyeceksin, annen seni bir daha öpemeyecek, hayatın senin için hazırladığı hiç bir süpriz senin olmayacak. Peki biz ne yapacağız? Seni içine sığdıramayan bu topraklarda sanki sen hiç ölmemişsin gibi nasıl yaşayacağız? Güzel gözlü oğlum; dün seninle birlikte onlarca insan zalimce öldürüldüler. Biz yine neye uğradığımızı şaşırdık yine çaresiz kaldık. Öfkemiz, nefretimiz getirecek belki sonumuzu. Belki insanlar gibi topraklar da bölünecek sonunda, bilemiyorum. Ama okuduğum onlarca ölüm hikayesi ve gördüğüm onlarca gülümseyen yüzden en çok sen kalacaksın aklımda. Güzel gözlerin içime işledi bir kere. "Ankara" dendiği an, "barış yürüyüşü" dendiği an, "katliam" dendiği an gülüşün düşecek aklıma. Ah güzel yavrum, seni keşke hiç tanımasaydım, adını bilmeseydim. Keşke "insan" bu kadar canavarlaşmasaydı hiç. Keşke insan ırkı bu kadar uzun sürdürmeseydi yaşamını. Seni babanın elinden tuttuğun güneşli bir haftasonu, hayattan koparacak kadar devam etmeseydi hayat. Kıyamet keşke çoktan kopmuş olsaydı da, sen bu şekilde ölmeseydin. Pazartesi sabahı okuluna gidemeyeceksin ama biz yaşamlarımıza devam edeceğiz. Kahvaltı yapacağız, işe gideceğiz, sevdiklerimize sarılacağız, belki yerli yersiz dertleneceğiz ama sen hayata dönmeyeceksin. Gözlerin hiç gülümsemeyecek artık. Yükümüz giderek ağırlaşıyor. Af dilesek boş, günahkarız.. Acaba diyorum bir umut; bir başka dünya var mıdır gidebildiğin? Acaba bizim kahrolduğumuz ölümün kurtuluşun olmuş mudur çocuk? Dedim ya benimki sadece bir umut! Hoşçakal...

6 Ekim 2015 Salı

Oyun

Kelimelerin peşindeyim;
her zaman öyleydim ben.
Onlar inanmanın tek yoluydu ya hani,
onlarsız ikna olamıyordum hiç..
Cımbızla seçer alır kalbimin odalarına saklardım onları.
Nerede duyduğumu, nerede okuduğumu hiç unutmazdım.
Hele ki bana hissettirdiklerini... 
Esirgediğin, dilinin ucuna gelen o kelimelerle ayakta kalıyorum ben.
Çok bekledim ama inanma yaşım geçti gitti ne yapalım!
Baktım ki sen söylemiyorsun,
baktım ki hiç çıkmayacaklar dudaklarından;
kendime dönüyorum hemen.
En sık sığındığım yer yorganımın altı,
sıcak, korunaklı, ses geçirmez.
Ağlıyorum doya doya..
Hani çocuklar ağladıktan sonra sızarlar ya,
işte o hesap bayılmak üzereyken bir ses duyuyorum,
gözlerimi açıyorum...
Yine onlar gelmiş...kelimeler.
Odanın her yanındalar işte.
En çok da gülümsemeyen dudaklarına hapsolmuş kelimeler.
Seviyorlar, özlüyorlar, ne bileyim
benimle ilgili hep güzel şeyler anlatıyorlar.
Sonra kikirdeye kikirdeye harflere bölünüyorlar. 
Ne mi yapıyorlar tepemde?
Nereden başlasam anlatmaya;
Mesele "F" geliyor ellerini uzatıyor bana;
önce ürküyorum ama 
öyle yumuşak öyle güzel okşuyor ki saçlarımı...
tam gözlerimi kapatacak gibi oluyorum hoop
"İ" geliyor zıpayarak, alnıma kocaman bir buse konduruyor.
Çocuklaşıyorum, hoşuma gidiyor bu oyun.
kendimi teslim ediyorum harflere...
sonra "D" geliyor bir kaç bakışla ısıtıyor içimi, 
"Y" geliyor anlat derdini diyor, anlatıyorum,
"Ö" elimi hiç bırakmıyor,
"B"  ara ara gelip sarılıyor uzun uzun,
sonra "A" çıkageliyor gülümsetiyor beni...
Saatler sürüyor bu masal, bırakmıyorlar benimle oynamayı..
Sabah oluyor, uyanıyorum, seni arıyorum..
her zamanki gibi  "Özledim" diyen ben oluyorum.

1 Ekim 2015 Perşembe

İflah Olur mu?

*Kafa Dergisi'nin Eylül 2015 sayısında yayımlanmıştır*
Kimselerin bilmediği "seni" görmeyeli kaç hayat geçti sayamadım. Nerelerdeydin? Kendini içine hapsettiğin kale duvarlarının arkasından nasıl çıkabildin? Kim bilir belki o duvarları tırnaklarınla kazıyarak inceltin?
Senin senelerce verdiğin emeklere inat hiç beklemediğin anda biri gelip o duvara yaslandı, hayır hayır kötü bir niyeti yoktu belli ki, soluklanmak istedi sadece. Omzunu dayadığı an yerle bir oldu duvarların. Şimdi iflah olur mu parmak uçların? Üzülme, artık yalnız kalmayacaksın. Hiç kimse bu kadar sevilerek yalnız kalmaz. Sesini de duyacaklar, yüzünü de görecekler artık.
Duvarlar yıkıldı, bak etrafına. Kim var sana doğru bakan? Ağlarken acını paylaşan evinin duvarları kadar yakınında aslında. Özenle bak, göreceksin. Evet biliyorum aklına getiremezdin kendi kendine ona veda ederken. Şimdi görüntüsüyle yaralarını kanatan her bir renk, seneler önce onu kör etmişti. Görmedin, bilmedin. Gözleri yeniden renkleri seçene kadar gizlendi hayattan. Yalnızlığı başka suretlerde, ama belki hiç ummayacağın kadar çok yaşadı. Kalbinin aksine, sana baktığı gözleri hep aynı, gözlerinden tutun. Kalbine dokunamazsın belki ama, gözlerini bırakma.
Hatırlar mısın sen de; bir hevesle alıp alıp okumadığın kitaplar gibiydi seninle hikayemiz? Sonu olmayacak, başlangıcı silik. İlk adım kimindi onu bile hatırlayamıyoruz. Gidişat en başından belliydi sivri köşelerinden; hırpalanacaktık, kaçarı yoktu. Bütün diğer hikayeler gibi yarım yamalak, yara bere dolu ve eksik olacaktı. Biz hayatı hep fazla fazla yaşadık aslında.
O yara berelerin içinde küçücük bir kıymık canımızı deli gibi yaktı. Bir çiçeğin tomurcuklanması bizi deli gibi mutlu etti en basitinden. İnsanların kötülüğü bize hep birkaç beden fazla geldi. Çok çabuk güldük, çok kolay ağladık. Kimse anlamadı. Aslında hep gülümserdi yüzlerimiz, derdimiz basitti; insan olabilmek. Peki bunca çabanın karşılığı ne oldu? Hiç. Elimizde avucumuzda kalanları tek tek topladık seninle. Bıkmadık, ama her durakta biraz daha yorulduğumuzu fark ettik.
İnsanlar gelip geçtiler kalabalıklar halinde. Bize nasıl şaşkın ve hatta nasıl tuhaf bakarlardı. Umursamazdık, çoktan almıştık dersimizi. O yüzden bazen deli dediler arkamızdan ve çoğu zaman hiç dokunamadılar. Geçtik, gittik; hem hayattan hem birbirimizden.
Şimdi başka hayatları yaşamış, başka başka yollardan geçmiş ve hiç inanmayacak kadar yorulmuşuz. Birbirimizi uzaktan görüyoruz ama uzanmaya mecalimiz yok. Sen kendi dünyanda ben kendi dünyamda. Kim bilir, belki yeniden inanacak kadar çocuklaşırız.

Gönül - Feridun Düzağaç

Gönül, aldanır aşka
Aldatır aşkı,
Kirletir, incitir.
Gönül, susuverir bazen
Bir yalnızlık yazar sessiz harflerden

Bana sulhsün, zulüm değil
Gönül bir gülsün, bazen benim gülüm değil

Gel gidelim uzaklara
Sen düşünü düşüme, başını göğsüme yasla gönül

Gönül, hep aradı durdu
Sonunda imkansızın kıyılarına vurdu
Gönül, hiç usanmadı, hiş uslanmadı
Hep acıtana kondu

Aradığım ne kaldıysa inan buna gönlüm 
dünden de uzakta

Gel gidelim uzaklara
Sen düşünü düşüme, başını göğsüme yasla gönül

27 Eylül 2015 Pazar

Yaz Biter

Caanım yaz, nasıl da direniyor sırasını savmamak için. Yağmuruyla, insanı ürküten gök gürültüleriyle uyarılarını sertleştirmeye başlayan sonbahara ayak diriyor. Elinde bir tek parlaklığı azalan güneşi kalmış yaz'ın. O da yetmedi mi çaresizce son nem bulutlarını ileri sürüyor üzerimize. Eylül'e güveni tam, Ağustos'un gidişine aldırmıyor. "Nasıl olsa koca bir ay daha var hüküm sürebileceğim" diye düşünüyor. Salına salına dolaşıyor sokaklarda, sahillerde..Ama zalim zaman mevsimlerin göz yaşına bakar mı?  Yavaştan boynu bükülüyor işte. Yaz'la sarmaş dolaş dans eden Eylül'ün son günleri geliyor. Sonbahardan kendini çekse, sırtını sıcak günlere dayasa da Eylül, elinden ne gelir? Ekim koca sesiyle gümbür gümbür geliyor. "Ey yaz güzeli, arka sıraya geç bakalım, sahne benim!" diyor tok tok. Gülümseyerek alıyor sazı eline; bir omzunda serinleten yağmur bulutları, diğer omzunda yaprakları dallardan ayıran rüzgarları, başlıyor çalmaya..Şimdilik kar-kış uzak duruyor ya; kendinden emin, keyifli. Hiç düşünmüyor sırasını savacağı günleri, hükmünün tadını çıkarıyor sonbahar...

26 Eylül 2015 Cumartesi

Kaç Kez?

Bir cümleyi üst üste kaç kez okuyabilirsin?
Sırf sana iyi hissettiriyor diye,
Ya da acısından ders alasın diye
aynı satırları zihnine nasıl kazırsın?
Çocukluğundan basit bir güne;
mesela aynı parka, aynı sahile dönmek için
aynı şarkıyı kaç kez dinleyebilirsin?
Aynı sahneyi yaşamak için
bir durağın önünden kaç kez geçebilirsin?
Aynı öfkeyi yüzüne çarpmak için
bir yumruğu kaç kez yersin göğsüne?
Yorgan altı ağlamalarını ne kadar unutabilirsin?
İlk öpüşmeni hatırlamak için gözlerini kaç kez yumarsın?
Elini ilk kez tuttuğu yerde kaç saat oturabilirsin?
Sevmeyi böyle sarsıcı, böyle derin kaç kere yaşarsın?
Aynı korkuyla aynı cesareti nasıl bulabilirsin?
Ana baba kucağının hasretini kaç yaşına kadar hissedersin?
Mide ağrıların ne kadar yakar içini?
Kalbin bunca hızlı çarpmaya ne kadar dayanabilir?
Çok sordum biliyorum,
Uslanmaz bir merak bendeki..
Sen bak keyfine,
Dön arkanı, yum gözlerini
hatta kapat kulaklarını,
Kollarını uzatma kimseye..
Tekrar tekrar tekrar...


22 Eylül 2015 Salı

Çocuklardan Başlayalım

Mutsuzluk, hoşgörüsüzlük ve öfke çığ gibi büyürken kimse dönüp çocuklara bakmıyor. Oysa her şeyin başlangıcı onlar değil mi? Hayatın kaynağı, geleceğin sahipleri çocuklar. Mutsuzluk da onlardan başlıyor aslında. Mutsuz çocukluk genellikle mutsuz yetişkinliğe sürükler insanları. Bu durumda dünyayı güzelleştirmenin başlangıcı çocukları mutlu etmekten geçiyor. 
Çocuklar sertliği çok iyi anlarlar ve algılarlar. Hoyratlığı kolayca hissederler ama anlam veremezler. Kendince bahaneler bulsalar bile üretebildikleri tüm sebepler kendilerinden kaynaklıdır. Suçu hep kendilerinde arar ve ne yapar eder bulurlar. Öfkeleri sessiz sessiz birikir. Kırgınlıklarını besler, büyütür; fidan gibi bakarlar ona. Buna bağlı olarak "sevilmek" zorlaşır, "güvenmek" arkasına bakmadan uzaklaşır. Kendilerinden, sizden ve ömür boyu onları sevenlerden şüphe ederler. Her an olmasa da genele baktığımızda çocuklara yumuşak tepkiler vermelisiniz. Sevginizi ise hem manen ve madden göstermelisiniz. Çocuktur nihayetinde; sevgiyi taşırın üzerinizden, onlar kana kana içerler. Sevildiğini gözleriyle görmezlerse, dokunuşlarınızda hissetmezlerse, kulaklarıyla duymazlarsa; hamurları bozulur, şekilsizleşir. Çocuk ruhu ne menem şey. Sözcüklerinizi zihinlerine kazır, bakışlarınızı bir film gibi başa alıp seyreder ama asla unutmaz. Çocuktur ya; ummadığınız bir kıpırtıdan etkilenirler. Hem de öyle bir etkilenirler ki izlerini bir ömür ruhlarında taşır. Tüm yaşamlarını, kişiliklerini ve ilişkilerini etkileyebilirsiniz bilmeden. Sizin istemeden hatta fark etmeden söyledikleriniz, sesinizin tonu, beden diliniz çocuklarda derin yaralar açar. Gizli gizli taşırlar yaralarını, hissettirmezler. Belki kendileri bile çok uzun zaman fark etmezler. Yapmayın; hayat sevgi cimriliği için çok acımasız. Çekinmeden sevin! Önce çocuklarınızı..En çok çocuklarınızı, tabi önce kendinizi. Belki dünya yeniden güzelleşir, kim bilir.

21 Eylül 2015 Pazartesi

Yokluğunda-Leyla The Band

Kaybet bu öfkeni,
İçinde sakladığın.
Terk et o derdini,
Benden almadığın.
Sabret sonu aynı değil!
Söylüyorum.
Dinle, rüyaların her gün aynı,
Olmayacak!
Şimdi vazgeçersen geriye döneceksin,
Gitme! Kaybedince daha çok seveceksin
Biliyorum, hiç bir anlamı yok:
Yokluğunda, yokluğunda, yokluğunda...

20 Eylül 2015 Pazar

Haydi

Haydi,
sırtımızdaki bıçak izlerini 
gösterelim birbirimize?
Ne dersin?
Yaralarımızı yarıştırmak için değil asla; 
benzer izleri taşıdığımızı görebilmek için,
birbirimizi daha iyi anlamak için.
Yaralar eski, 
yaralar derin,
yaralar sonsuz..
Biliyorum iyileştiremeyiz onları,
hatta dokunamayız bile.
Ne damlayan kanı, 
ne canımızdan giden canı,
ne de akıp gitmiş göz yaşlarını geri alabiliriz.
Ama bakar bakar gülümseriz,ne dersin?
Belki sen koşarken düştün
bense duvarlar arasında durduğum yerde.
Belki sen inanarak yaralandın 
bense korkarak?
Belki sen umudu kestin
bense hala aynı hevesin peşinde..
Olsun varsın, 
korkmak sana bana göre değil.
Haydi göster sırtındaki izleri,
izin ver ben de sana göstereyim..

Hayret

Hala şaşırıyorum..Geçtiğim yollara, birlikte yürüdüklerime, yaşanmışlıklara rağmen hayretim hiç bitmiyor. Bir çocuk şaşkınlığı var içimden atamadığım. Hayretim en çok insanlığa...İnsan ne zalim ne yıkıcı varlık. Ve beni en çok şaşırtan, bunca duygusallığı barındıran varlığın bu kadar zalim olabilmesi aslında. Zalimliğin zavallılığına eşit insan ırkı!! Nasıl üstesinden gelebiliyorsun emeksizliğin, sevgisizliğin..
Yalnızlıkları kabullenmek yerine nasıl etrafındaki kuru kalabalıklarla oradan oraya sürükleniyorsun. Hadi bunları geçelim; nasıl oluyor da bir kere bağ kurabildiğin, bir kere kalbine alabildiğin insana yabancı biri gibi bakabiliyorsun? Senin bağ kurmaktan anladığın incecik pamuktan ipliklerle tutunmak mı? Senin sevmekten anladığın bugün tanıştığınız birine yarın "canım" diyebilmek mi? Yoksa sevmekten anladığın; kolayca arkanızı dönmek, hiç hissetmemiş gibi davranmak mı? Severken-sevilirken verdiğin emeklere yazık değil mi? En azından saygıyı hak etmiyor mu geçmiş duyguların? Peki hiç mi kopmayacak halatlarla bağlanmadın birilerine? Hiç mi gözünü karartmadın birileri için? Hiç mi korkmadın sevginin büyüklüğünden, arsızlığından ? Kaybetmeyi aklına getirip hiç mi için titremedi insan ırkı?
Basitliğin nasıl bu kadar normalleşti? Peki söyler misin, sen ömrüne kaç gerçek sevgi sığdırdın? O ömür boşa mı geçti yoksa? Bunca vakit sevgilerini ayırmadan, sınıflandırmadan, kalıplara koymadan yaşamayı neden öğrenemedin? Neden yaşayamadığın duyguları başkalarında görünce korktun? Neden ulaşamadığın yakınlıklara çirkin isimler takarak alay ettin? Neden yargıladın, yaftaladın? Bu kadar mı ürktün buz gibi kesilmekten, hissedememekten? Bu kadar mı acıdı için eksikliğinden? Bu kadar mı sevilmedin yoksa..Sevginin sevdaya, sevdanın sevgiye dönüşebildiği bir hayat size bu kadar mı imkansız göründü? Bundan mıdır hoyratlığın, bundan mıdır öfken ey insan?
Hayret ediyorum insan ırkı; zavallılığın beni şaşırtmaya devam edecek biliyorum. Çünkü ben, anlamamaya direndikçe ayakta kalacağımı biliyorum. Sense "neden, ne uğruna" yaşadığını bile farkedemeden kaybolup gideceksin. Hiç bir ruha dokunamadan, iz bırakamadan, isimsizce sevemeden-sevilemeden yok olacaksın..  

17 Eylül 2015 Perşembe

Eskiyen Bir Sabahtan

Kısa Öykü

"Pazar sabahı için çok erken bir saatti, elimi kolumu sallayarak inmiştim sahile. Kadıköy'ün denize varan sokaklarından biriydi, hatırlamıyorum. Henüz ilk vapur yanaşmamıştı. Kediler miskin miskin uyuyadursunlar, sokak köpekleri yine aynı "işe gidiyorum ben" ciddiyetiyle dolaşıyorlardı. Simit almak istedim, etrafıma bakındım; simitçiler bile tezgahlarını kurmamışlar. Gün bütün tazeliğiyle gözümün önünde cilve yapıyordu sanki. 
O sabah oraya ilk vapuru beklemeye gitmiştim. Vapurun karşı kıyıdan taşıdığı kalabalıktan önce ıssızlığın tadını çıkarmak istedim. Bir bankta oturdum, ilk bahar en güzel bir banktan seyrediliyordu o sabah. İçimdeki anlamsız huzuru ve mutluluğu çok belirgin hatırlıyorum. Dünyanın en güzel sabahında dünyanın en güzel denizine bakıyordum sanki. Gençtim çok, kim bilir belki çocuktum. Saflığım yanaklarımda kendini ele veriyordu. Çocuktum henüz; hayata ve insanlara karşı hazırlıksız, savunmasızdım. İçimde beni iten müthiş bir güçle, kendimi dünyanın kucağına atmıştım o günlerde. Odamdan çıkmadan geçirdiğim bütün yalnız günlerime inat sokaklardaydım işte. İçimdeki dünyayla dışarıdaki dünyayı karşı karşıya getirmeye cesaret etmiştim sonunda. Yepyeni bir hayatın ilk günleriydi. Yaşamayı kılcal damarlarımda hissetmeyi öğreniyordum. Sevmeyi, sevilmeyi, emek vermeyi tanıyordum. Önümde ardına kadar açılan kapı beni başka bir diyara sürekleyecekti, haberim yoktu. Hayat beni en hassas yerlerimden sınayacak ve çocuklukla yetişkinliğin sınır çizgisi olacaktı hissettiklerim. Başıma gelecekleri bilmesem de bedenimin kendince verdiği tepkilerle uyarısı çok açıktı. "Arkana bakmadan kaç" dedikçe beden, ruh ayak diriyor "sen ne dersen de yaşayacağım" diyordu. Ruhla beden kavga ede dursun her zamanki gibi olan kalbe olmuştu. O bahar günü kendisini düşünmeden sokaklara atan kalp bir daha eve hiç dönemedi."

9 Eylül 2015 Çarşamba

Madem

Madem 
güzel kelimeler işitmeye bu kadar açsın,
bunca inançsızlık niye?
Madem inanmayacaksın 
bu telaşın niye?
Hesaplar birbirine karıştı madem,
al kalemi defteri 
matematiğe yeniden başla.
Anımsadığın yegane denklemi kur;
iki çarpı iki eşittir dört!
Sonra tut rakamları yavaşça
bırak yerlerine.
Rakamları sevmezsin sen,
kelimelerine, cümlelerine geri dön ;
senin zehrin de panzehirin de onlar.
Bırak rakamları, denklemleri başkalarına.
Sen yine aynı hesapsız,
aynı sevinçle..

6 Eylül 2015 Pazar

Ah Kalbi

Ah kalbi;
yüzündeki çizgilerden intikam alan
çocuk kalbi, bir gün aniden
etrafındaki duvarları farketti.
Gözleri yeni açılmış bir ămă kadar şaşkındı.
Ne zaman bu kadar yükselmişti bu duvarlar?
Ah kalbi;
ayak uçlarında yükselse de nafile,
göz gözü görmeyen dumanların arasında
bir de bu zalim duvar, 
iyice imkansızdı ardını görmek..
Merdiven istemek için etrafına bakındı
ama kimseyi bulamadı, hay aksi...
Duvarın bu tarafında kimse yoktu ki.
Seslendi elini uzatan olur diye,cevap alamadı..
Sonunda belli belirsiz bir çocuk sesi duydu;
"Buradayım hadi al beni yanına ne olursun" 
diyordu çocuk.
"Kimsin sen" diye sordu, cevap alamadı. 
Bu sessizliğin karşısında merakı da artmıştı,
onu görmek istedi.
Peki şimdi nasıl ulaşacak kalbinin dışına?
Ah kalbi,
dilinden sakındığını parlak gözleriyle ele verirdi, 
bilmezdi hiç. 
Biri gözlerine fazlaca baksa 
hemen ciddiyetsiz bir tavır takınır, alay ederdi.
Bundan mıydı duvarın bu tarafında 
uzanacak kimsenin olmayışı? 
İstemeyişinden mi?
İstese o güzelliği paylaşacak nicelerini bulurdu yanıbaşında..
Ah kalbi, aniden anladı;
ruhunu karıştıran onlarca çelişki
duvarlarını yükseltiyordu.
Bir çatlak olsa,
bir damla su sızsa kendinden tarafa,
onu öldürmesinden korkuyordu.
Haksız da sayılmazdı aslında,
Yüzlerce kez yaralanmış,
onlarca kez ölmüştü daha önce...
Küllerinden son kez doğduğunda
kendisi dışında ne varsa her seyi mühürlemişti.
Ama artık canına tak etmişti.
Her neyse korktuğu, göze alacaktı.
Kararttı parlak gözlerini,
"Yıkmalı bu duvarları" dedi.
Daha bunu aklından geçirdiği an indi tüm duvarlar..
Gürültüsüz yok olmuşlardı..
Ah kalbi..
Derin bir nefes çekti içine,
duvarın dibinde onu bekleyen çocuğu gördü.
Toz, duman biraz da tuğla arasında kalmıştı çocuk.
Ellerini daldırıp çıkardı çocuğu, kucağına aldı,
Kalbine taşıdı, sıcak bir döşeğe uzattı sakince...
Yaralarını sardı, ona hikayeler anlattı, şarkılar söyledi...
Çocuk uyanmıyor ama sık sık sayıklıyor, 
Ara ara da uykusunda ağlıyordu.
Günler geçti...
Cocuğun uyanması için başında beklerken, 
kendisi uyuyakaldı.
Kaç zaman geçti bilinmez;
Belki haftalar belki aylar;
çocuğun parmak uçlarını hissetti yüzünde.
Ardından "Teşekkür ederim" diyen sesini duydu, gülümsedi.
"Ben sana teşekkür ederim çocuk" dedi,
"Artık özgürüm"..
Ah kalbi...
Ah kalbim..

5 Eylül 2015 Cumartesi

Basitin Güzelliği

Hayatın üzerine çok düşünülen çok yazılıp çizilen anlamı, basit ayrıntılarda bizi bekliyor. Bazen sinsi sinsi gizleniyor ve ne yaparsak  yapalım görünmüyorlar. Bazen de bizimle alay edercesine öyle yerlerde ortaya çıkıyorlar ki, hayıflansak mı mutlu mu olsak bilemiyoruz.
Hızlı ve hoşgörüsüz şehir yaşamı, bütün bu ayrıntıları ıskalamamıza sebep oluyor. Oysa her şey öyle basit ki..Ve aslında basitlik en güzel armağan.. Biz zavallı yorgun kent insanları, negatif enerjilerle o kadar sarmalanmışız ki, insanlık görünce şaşalıyor, inanamıyor ve fena halde üzerimize alınıyoruz. "Sevgidir" bu diyoruz..Bize özel zannettiklerimiz aslında olması gereken gerçek bir insanlığın yansımasından ibaret. İnsanlığın nasıl olması gerektiğini unutmuşuz ya hayretimiz hep bundan.
Peki hayatın tüm zorluklarına ve yalnızlıklara rağmen insanlığından en ufacık bir parça kaybetmemiş; saç diplerinden ayak parmaklarına kadar özenden oluşan birini kalbine almamak mümkün mü? Bir daha eşini benzerini bulamayacaksak hele?? Sevmemek mümkün mü?Güzelliği karşısında şapşallaşmamak mümkün mü? Değil elbet, tek yapabileceğin kendini bırakmak ve iyisiyle kötüsüyle tadını çıkarmak. İçini acıtan sevgi olsun yeter ki, çok şanslı say kendini;çünkü sana kattıkları da kat be kat büyük olacaktır. Hayatın sana en güzel süprizidir; umut verir..Hiç bir şey için olmasa da kendin için umut olur.
Hayat çok basit. Onu zorlaştıran hep biziz maalesef. Hepimiz de bunun farkındayız ama sıradanlıktan ve yapaylıktan yakamızı kurtaramıyoruz. Düşünsene; birine hiç sebepsiz yere gülümsemeyeceksek neden yaşıyoruz? Birine adam akıllı sarılamayacaksak, parmakuçlarımızla dokunmayacaksak, hüzünlenince göz yaşlarımızı paylaşamayacaksak, korkmadan şakalaşamayacaksak, birbirimizi dibine kadar düşünmeyeceksek neden dünyanın çilesini çekiyoruz? Bunlar en basit ihtiyaçlarımız...Dünya kötü bir gezegen olmaya başladığından beridir, bizi tüm bunları itiraf etmekten alıkoyuyor sadece. Kötüleşen dünyanın içi kararan insanları, bu duygulara arkasını döndükçe çözümsüzlük sürecek. Sadece eğer şanslıysak "dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey"...


2 Eylül 2015 Çarşamba

Kıyıda

Bugün iş yerinde elektrikler kesildi. Neredeyse tüm günü güneşi dolu dolu içeri alan dört duvar arasında klimasız geçirdik. Sıcaktan bunaldık, rahat çalışamadık, şikayet edip durduk..Sonra sosyal medya sayesinde, bir fotoğraf gördüm. Bodrum'da cansız bedeni kıyıya vurmuş mülteci bir çocuğun fotoğrafı. İsmi Aylan,henüz 3 yaşında. Ülkesinden kilometrelerce uzakta bir deniz kıyısında bulundu. Normal şartlarda bu tür fotoğraflardan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışırken, bu kez uzun uzun baktım. Beş dakika önce şikayet ettiğimiz hayatı düşündüm ve bir kez daha utandım. Kızımdan daha küçük bir çocuk, kim bilir nasıl bir korkuyla, derin denizlerde boğulmuş. Ne uğruna bunca insan ölümle burun buruna gelme pahasına evlerinden kaçmışlardı? Hangi din! Hangi devlet! Hangi güç! uğruna? Para mı? Hırs mı? İktidar mı?...Yüzüstü uzanmış, sanki beş dakika önce, kumlarda oynuyormuş da uyuyakalmış gibi..Minik kolları iki yanında, parmakları açık..Kimisi bu fotoğrafın paylaşılmasından yana, kimi ise zehir zemberek karşı çıkıyor. Oysa ki; bazen rahatımız kaçmalı, hatta üzüntüden ölecek gibi olmalıyız ve uzun uzun bakmalıyız. Kıyıya vuran o ufaklığın bedeni değil; kıyıya vuran ve ölen insanlık, dünya, inandığımız her şey. Bu dünyanın bütün anlamı, yaşamın bütün anlamı bugün Bodrum sahilinde kıyıya vurdu; kıpırtısız, buz gibi. Bizlerse elimiz kolumuz bağlı, sadece "ah vah" diyebiliyoruz. Kendimizi annesinin yerine koyuyoruz, ülkelere ağız dolusu küfürler ediyoruz ve biraz cesaretli olanlarımız Allah'a isyan ediyor. Sonra yine hayatlarımız devam ediyor. Bu berbatlığın tek çözümü: kıyamet için; insanoğlu, her gün dua edecek hale gelene kadar sürecek bu lanet.
Biz yine çok değerli yaşamlarımızda, ufacık olaylara üzülüp kahrolacağız. Rahatımız kaçınca şikayet edeceğiz. Birileri birilerine şuursuzca oy verecek, birileri oy vermeye bile üşenecek, bir başkası para kazanmak uğruna, ülkeyi yiyip bitiren şeytana ruhunu satacak, silahlar satılacak, din kullanılacak, bilmek istemeyen bilmeyecek, duymak istemeyen duymayacak, çoğunluk cahilliğini kalkan edecek ve dünyanın en dindar, en fakir ülkelerinde yine çocuklar kıyıya vuracak. Dünyayı ve insanları bu hale getiren ne olabilir sizce? Ya Tanrı; bizden umudunu kesip, kendine başka dünyalar yarattı ya da kıyamet çoktan koptu, bizse ağır ağır o kıyameti yaşamaktayız. Affet çocuk!

25 Ağustos 2015 Salı

Veda

"Veda" orada ayak uçlarında bekliyor
Görüyorsun ama yakalamak için gayretin gerekli. 
Yere uzanmışsın boylu boyunca, 
dizlerini kırman yasaklanmış. 
Tek bir kural var;
elinin parmak uçlarıyla uzanmalısın ayaklarına. 
Isınmamış bedenin zorlanıyor
Pes etmek yok, "ha gayret" diye diye uzanacaksın. 
Veda etmelisin artık, 
ne kaldıysa kabuk bağlayan bırakmalısın o eski durakta..
Biliyorum bu sancılar boşa değil, 
uykularından uyanıp sessizce ağlamaların boşa değil;
ruhundan başa bir ruh doğuruyorsun. 
Ha gayret, uzanacaksın.. 
Veda ettiğin, vazgeçtiğin "sen" olmayacaksın korkma. 
Vazgeçtiğin;
sana yük olan her kelime, her sokak, her insan ile
biraz daha hızlı koşacaksın..
Tazelik yüzündeki gülümsemeyi kalbine bulaştıracak.. 
Sonrası geride bırakmanın huzuru... 
Yaralara tutunarak yaşamak bitsin artık. 
Bırak seni besleyen onlar olmasın. 
Kendi yolunu kendin yürüyorsun madem,
madem içinden gelmiyor kimseye anlatmak, 
boş ver artık. 
Bırak sana kalsın hissettiğin kocaman kocaman duygular..
Zorlama artık hiç bir şeyi..
Derin bir nefes al; 
o nefese uyum sağlamayan her bir görüntü tuzla buz olsun. 
Vazgeç ve vedaya uzan, 
dokun ayak uçlarına.. 

23 Ağustos 2015 Pazar

Marifetti Büyümek

18 yaşımızı iple çeken çocuklardık biz. Deli divane reşit olmak istedik. Ehliyet alma hayallerimizin sebebi sırf o yetişkinliğe ulaşma hevesindendi, arabamız yoktu yani kapıda bekleyen. Üniversiteye girince daha bir adam olacaktık; evden ayrılıp şehir dışı okulları tercih edenlerin hayali de büyümek hevesiydi. Bir an önce adam olmak istedik yana yakıla. Ergenliğimiz yaşımızı büyültmekle geçti. Yaşımızdan büyük düşünüp konuşmak, boyumuzu aşan duyguları taşımak bizi mutlu etti. Çok acelemiz vardı büyümek için. Aslında büyüklerimiz hep haklıydı. Ne çocuk olmanın ne de ilk gençliğin tadını fark edemedik o yıllarda. Zalim zaman geçti gitti. Sonunda büyüdük. Büyük klişe gerçek olmuştu işte; büyümemizle birlikte dünyanın kirlendiğini anladık. Dostluklar, aşklar, mücadeleler, insan olma ahlakına dair ne varsa başkalaşmış, tuhaflaşmıştı. Öyle hızlı değişiyordu ki her şey aslında yetişkinliğin ne denli hızlı geçtiğini anlamıyorduk bile. Değişen dünyayı hayretle seyrediyorduk sadece. Duyduğumuz cümleler, aldığımız tepkiler soluğumuzu acıtıyordu. "Asla görmem, asla duymam" zannettiklerimiz tokat gibi yüzümüze çarpıyordu. Ve işin kötüsü alışmaya başlıyorduk bu duruma. Şaşırmıyorduk başımıza gelenlere, gidenlere, arkasını dönenlere, emeklerimizi hiçe sayanlara. Hayat denilen şey bizi hiç çalışmadığımız yerlerden sınıyordu. Masumiyetimizi korumaya çalıştıkça zalimliği öğrenenler tarafından hacemat ediliyorduk. Kolay pes etmek olmazdı ama; umudun, sevginin, güzel olan her şeyin peşinden koşturduk durduk. İnandıklarımız gün be gün azalırken, arkadaşlığın tanışlığa, dostluğun arkadaşlığa dönüştüğü çağımızda bizi anlayan birine rastladığımızda deli gibi bağlandık durduk. Korkularımız hiç azalmadı, giderek daha çok ürkmeye başladık sevmekten, sevdiklerimizden. Yaralarımızı saklamaya çalıştıkça kendi sivri köşelerimizle yeniden kanattık aslında. Yorulduk, dinlendik, bıkmadan koşturduk...Dünyamız kirlendikçe kirlendi; anladık ki artık büyüdük, adam olduk işte. Paylaşmanın gereksizliği, konuşup derdini anlatmanın anlamsızlığına alışır olduk. Kendi içimize dönmenin zamanı gelmişti. Sessizliği tercih etmeye başladık. Herkesin zamanla sıradanlaşabildiğini zehir acısıyla tattık. Anladık ki büyümek öyle lanetli bir şey ki; içimizdeki sessiz kırgınlıkların sıradanlaşmaya başlamasına üzülsek mi sevinsek mi bilemedik. Böyle böyle bir baktık ki; çocukluğa hasret duymaya başlamışız..Azıcık ilgiye, şefkate deli olmaya başlamışız. 

20 Ağustos 2015 Perşembe

Sosyal Medya

Hayatlarımız sosyal medyada paylaştığımız kadar yolunda mı? O kadar gülüyor o kadar mı eğleniyoruz? Yoksa hepsi bir film fragmanı gibi asıl gerçekleri gizliyor mu? Tabi ki kimse o kadar neşeli değil. Paylaştığınız anlar en güzel anlar belki ama o kareler çekilmeden hemen önce canınız bir şeye sıkkındı. Tıpkı kızımın "poz verir misin" dediğimde ağlayan suratını aniden gülen surata çevirmesi gibi. Paylaşımlarınız gizlenmiş yüzlerimiz, saklanmış hayatlarımıza ait. Telefon ekranları göründükleri gibi ince değil aslında. Tam tersi sur duvarları kadar kalın. Ardını kimsecikler göremiyor ve veya görmek istemiyor. Kimse mutsuz surat görmek istemez çünkü. Ama öte yandan hepimiz yapay insanlara, rolünü ezberlemiş aktör ve aktrislere benzemiyor muyuz? Ne yaşasak paylaşır olduk, kabul edelim. Bunu yapmaktan hoşlanmakla bunu yapmayı görev haline getirmek arasındaki ince çizgiyi ne ara geçtik de fark etmedik? Kalem defter, kitap, fotoğraf makinesi, karşımızdaki insanın gözlerine bakarak konuşmak ve dinlemek gibi güzellikleri ne zaman ikinci plana atmaya başladık. Nasıl bu kadar yalnızlaşmayı göze aldık? İyi yönleri elbet var; hayatımızı kolaylaştıran bir çok şeye sebep oluyorlar belki ama iyi yönlerini yaşayıp bizi yalnızlaştıran, kendimize kapatan ama aynı anda manevi değil görsel paylaşımlara iten özelliklerini kontrol altına almalıyız. Ben dahil, hepimiz. Belki kimse bu kadarını bilmemeli.

16 Ağustos 2015 Pazar

Akışına Bırak

İnsan ne yaparsa yapsın sonuç her zaman hayatın kararıdır. İster çabala, tırmala,konuş-sus; ister kır, yık, paramparça et; her ne yaparsan yap; hayat bir yolunu bulacaktır. O yüzden akışına bırak gitsin; su bulur yolunu, kendiliğinden. Bazen sayfalarca yazarak anlatamayacağını bir bakış anlatır. Bazen bir fotoğraf veya içinizi ısıtan birinin bir duruşu. Küçücük bir hareketi bazen ne kitaplarda okuyabilirsin ne yazmakla üretebilirsin. Şarkılar, filmler, sokaklar bile yetmez olur. Olamaz mı? Hayat yine bildiği yoldan alay ediyordur seninle. Kendince "çabanı görüyor ve sana gülüyorum" diyordur. Gülsün ne yapalım. Ona uyum sağlamaktan başka çare yok. Daha fazla sözcük kullanmaya da gerek yok aslında. Bırakayım bu kez içimden geçenleri aşağıdaki muhteşem fotoğraflar anlatsın. Herkese iyi pazarlar. 

14 Ağustos 2015 Cuma

Çocuk

Ah çocuk
Neden bu kaçışın?
Neden büyümek istemiyorsun?
Madem direniyorsun inatla,
koy cebine çocukluğunu

şevkatini sen uzat ona parmak uçlarınla;
kimseden bekleme.
Sakın ha çocuk,
Küsme kendine, uzak uzak bakma öyle
ardında bıraktığın başkaları olsun.
Yapma çocuk,
hep aynı hatayı sil baştan yapma,

Dersini almadın mı hala?
Aceleden pul pul dökülmüşsün bak,
zamanla barış artık 

avuçlarını bu kadar açma..
Uyurken küçülen çocuk suratı gibi
sancıların küçülüyor,
daha çok uyu, bölme uykularını..
Süt liman bırak her şeyi
dalgaların sebebi olma,
bırak herkesi,her şeyi kendi yoluna..
Güzel çocuk,

kanatma içini sakın, üzülme!
Hayat senin bildiğinden daha kısa,
bol bol gülümse,
asla içini soğutma,
ne duyarsan duy, ne görürsen gör
sevginin neşesinden vazgeçme,
kalbinden asla!