31 Aralık 2014 Çarşamba

2015 Ne Getirsin ne Götürsün

Her ne olursa olsun insan yine de yeni yıla umutlu girmek ister, mutlu girmek ister. Süslemeler, hediyeler, şehrin her yerini kaplayan ışıklar insanı içten içe mutlu eder. Tıpkı kaç yaşında olursak olalım sabah etrafı bembeyaz görme umuduyla camdan baktığımız gibi. Yılbaşı kutlamanın da yaşı, dini, dili, ırkı yoktur yani. Zor bir sene geçirdik. Umutsuzluklar, kayıplar, kaybettiğimiz inançlar, büyüyen hayal kırıklıkları. Ama insan umut ediyor işte. Belki bu sene her şey daha iyi olur diye. Haydi o zaman yeni yıla umutla bakalım. Kim bilir bizi ne süprizler bekliyor. Ruhsuzlara, duygusuzlara, içi geçmişlere, işine gelince yüzünüze gülenlere, kötü olan her varlığa inat; yeni yılı sevdiklerinizle bol zaman geçirerek, bol bol gezerek, okuyarak, ayaklarınız ağrıyana dek yürüyerek, fotoğraf çekerek, elinizden geldiğince "hayır" diyerek, içinizden gelenleri yaparak, güzel anılar biriktirerek geçirin. Zaman; paradan, bitmeyen işlerden, ruhunuzu karartacak her ayrıntıdan değerlidir. Sloganınız "bana ne sana ne" olsun. Ne iş için ne para için kendinizi paralamayın. Sizi kullanmaya meyilli iyi gün dostlarına, varmış gibi görünenlere, stres ve huzursuzluk hissettirenlerlere veda edin. Sevmeyi bilen, güzel gülümseyen, huzur veren kim varsa yanınızdan ayırmayın hatta yenilerini bulun, kalplerini kazanın. Sevdiklerinize sarılın, sevginizi bağıra çağıra gösterin :) Sağlık önceliğiniz, neşe olmazsa olmazınız, sevgi vazgeçmediğiniz olsun. Ve tabi en önemlisi yeni yıl taşına toprağına kurban olduğumuz memleketimize huzur getirsin. Ve lütfen Tanrım, şeytanlar yok olsun, bitsin..

24 Aralık 2014 Çarşamba

İyilik Yapan İyilik Bulsun

İnsan iyi olana hemen alışır. İyi yaşam şartlarına, iyi insanlara, iyi davranışlara. Alıştığımız her şeye biraz daha rahat biraz daha özensiz davranırız maalesef. Oysa hepimizin gözden kaçırdığı bir nokta var. Ben, sen, o ayırmadan hepimizin yaptığı bir hatadır bu. Söz konusu her kim olursa olsun, hayatımızdaki insanların bize verdiği güzellikler, iyi davranışlar, gösterdikleri anlayış asla görevleri değildir. Sizi sevdikleri için yaparlar. Karşılık beklerler veya beklemezler, bu bambaşka bir konu. Mühim olan şey kendi adımıza bu davranışların kıymetini bilip minnettar olmanın sınırlarını aşmamaktır. Eksildiğinde, azaldığında hesap sormadan önce karşımızdakinin bir sıkıntısı olup olmadığını düşünmeliyiz. Sonrasında bir yanlışımız mı oldu diye düşünmeliyiz. Kimse sevdiği birinden veya sevdiği davranışlarından öylesine vazgeçmez. Muhtemelen sadece yorgundur. Bunları kendi içimizde sorgulamalıyız. O iyilikleri bize sınırsızca sunan insanlara aksi şekilde davranmamız biraz nankörlük bir tutam bencillik ama en çok da "bu senin görevindi" demenin göstergesidir. Sevgi, anlayış, güven görev değildir. Karşılıklı emekle sonsuz olur. Yoksa bitmeyen, azalmayan ne kalır ki? 

22 Aralık 2014 Pazartesi

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

İlhami Algör'ün aynı isimli romanından uyarlama "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku". İzlediği filmerde sıcaklık, yakınlık, içine işleyen ögeler arayan benim gibi biri için tam isabet bir filmdi. İnsanların büyük bir heyecanla bekledikleri fantastik Amerikan filmlerine göz ucuyla bile bakmadığımdan, bende hiç merak uyandırmadığından ve hala uslanmaz bir romantik olduğumdan herhalde, Türk filmlerine gitmeyi seviyorum. Hele ki aşkı anlatıyorsa. Roman uyarlaması olması merakımı da artıyor tabi. Öncelikle yönetmenin oyuncu seçimi çok başarılı. Karakterler oyuncularla bire bir örtüşmüş bence. Hem Sezin Akbaşoğulları hem de Erdal Beşikçioğlu mükemmel uyum sağlamışlar. Sahneleri seyrederken Arif'in yazdığı bazı cümlelerin arka planda akması hoş bir ayrıntı olarak aklımda kaldı. Filme giderken gerçek üstü değil tam tersi tamamen sıradan bir hikaye beklentisiyle gittiğimden belki, doğallığı beni etkiledi. Konuya gelince kısaca film; henüz kitabı yayımlanmamış yazar Arif'in kadınlar hakkında bildiklerini alt üst eden Müzeyyen ile olan ilişkisini anlatıyor. Filmi benim açımdan sıcak kılan ise en çok diyalogların sahiciliği sanırım. Doğal ama asla zorlama olmayan konuşmalar,uzun uzun düşündüren cümleler insanı hikayeye bağlıyor ve "keşke bazı sahneler çok daha uzun olsaydı" isteğini uyandırıyor. Ama film öyle güzel kurgulanmış ki, bir dakika bile fazla sahne kullanılmasına gerek kalmamış. Hikayenin sonu ise klişe aşk filmlerinin aksine gerçekçi. Son sahnede seyrettiğimiz Arif'in Müzeyyen'le konuşması herkesin imreneceği şekilde yazılmış. İzlerken insana taze ve derin bir nefes aldırıyor. Şaşırtıcı bir kavramla karşılamıyorsunuz; çünkü "sevgi" insanı değiştiren, kendisiyle çeliştiren ve belki bir ömür farkına varmayacağı köşelerini zorla keşfettiren bir duygu. Derin bir nefes almak isteyen herkese tavsiye edebilirim. İzleyin, iyi gelecektir. 

18 Aralık 2014 Perşembe

Yuva Sarhoşu Deniz

Sıradan bir akşam. Ufaklık okuldan alındı, eve neşe ile gelindi. Üst baş değişti. Anne yemek ısıtmak üzere mutfağa girdi,tencereyi ocağa bıraktı,elini yüzünü yıkayıp salona döndüğünde bu manzarayla karşılaştı. Yuva böceği yine sızmıştı. Yemeğini bile yiyememiş henüz babasını görmemiş,annesiyle dans etmemişti. Neyse ki yuvada akşam kahvaltısı var,annenin içi rahat. Hem ne der büyükler uyku en faydalı besindir. " Hmm peki çocuksuz ev nasıl bir şeydi" diye düşündü anne. Ev sessiz,ortalık toplu,tatsız-tutsuz. Aynı evde yine birbirimize hasret bir gün daha sona erdi :)

KAPI

Kapıyı yüzüme sımsıkı kapadığında bir daha açılmaz sanmıştım. Dağ gibi büyük, heybetliydi. Bin yıllık bir kilitle kapatmıştın; sağlam,kararlı. Ardından ses bile duyulmuyordu. Bin yıl geçti sonra; tozundan toprağından görülmez olan kapı ağır ağır açıldı yüzüme doğru. Yaşlı gözlerimi kıstım iyice, göremedim. Eskiyen kilit kırılıp düştü sandım önce, emin olamadım. Yoksa sen miydin paslarından düşüren. O heybetli kapı, küçüldü, inceldi, un ufak oldu sanki açıldıkça. Hafif bir gıcırtı eşliğinde açılırken, eskiliğin dumanı gözlerime perde çekti. Kapının ardını hiç göremedim. Kilit mi kırıldı, sen miydin? Hiç...

17 Aralık 2014 Çarşamba

An-lık

Uyuşturucu etkisi yapar varlığın.
Anlık mutluluklar verirsin, kanar insan
ama yokluğun büyük zarar ziyan.
Dozajında tüketilmelisin,
var-ına, yok-una alışmadan.

16 Aralık 2014 Salı

Dayatmanın Her Türlüsüne Karşı

Hızla Din ( İslam ) Devletine doğru ilerliyoruz. 2002'den beri endişelendiklerimiz bir bir gerçek olurken, "yok yau o kadar da değil" diyenler ne hissediyorlar meraktayım. Elin adamı uzayı keşfederken bizim memleket git gide geriye gitme derdinde. Dindar bir nesil istiyorlarmış. İnsanların en saf din duygularını kullanarak, kandırıyorlar, alenen. Oysa Tanrı inancı ve din dayatılacak kavramlar değildir. Hoş hiç bir kavram hiç bir insana dayatılmaz ama maalesef bizler özgür bir ülkede yaşamıyoruz. Ama yaradan inancı insana aittir. İçten gelir. Doğuştan veya sonradan ama zorla asla olamaz. İnsan inanmak ister, inanmayı tercih eder veya etmez. Bugünlerde 3-6 yaş çocuklarına din eğitimi verilmesinden söz ediliyor. İnanılmaz ve dehşet verici. Bu ülkede inancı olmayan, farklı dinlere inanan veya inancı olduğu halde din eğitimini evinde kendi çocuğuna kendi istediği gibi anlatmak isteyen tüm insanlara dayatma yapılıyor. Bu kadar basit ve net. Bu durum göreceğimiz kapkaranlık günlerin habercisi. İnsanlar bu ülkede çocuk yapmaktan endişeli, çocuğu olanlar zaten enseyi karartmış durumda. İkinci çocukların hayalini dahi kuramıyor ve hatta çocuklarımızı bu dipsiz karanlıktan, duygularıyla oynanan kör cahillerden nasıl koruyacağını düşüyoruz. 
Kendi adıma konuşmam gerekirse, 3 yaşındaki kızımın kesinlikle yuvada din eğitimi almasını istemiyorum. Ben ona zamanı geldiğinde bu kavramları anlatacağım, uygun yaşa geldiğinde bu konuda okumasını öğrenmesini öğütleyeceğim. İçinden gelen inanç ve hayat tarzını benimsemesini dileyeceğim. Bana kalsa yaradan kavramına inanmasını isterim, ben böyle daha iyi hissettiğim için. Ama din inancına da Tanrı inancına da karışmam söz konusu olamaz. Peki ya endişeyle bu karanlıktan korkan yüzlerce aile? Her çocuğun gittiği yuva bizlerinki kadar modern olmayacaktır elbet.  Kim bilir nasıl insanlar nasıl cümlelerle din eğitimi verecek? Ya bazı yuvalarda çocuklara "değerler ahlakı" adı altında ürkütücü bilgiler verirlerse? Ya hurafeler öğretilirse? Ya cehennem korkusu aşılanırsa? Bu küçücük çocukların ruh durumları ne olacak? Eğitim sisteminin de tüm sistemler gibi elimizde dağıldığı ülkede bu dersin tüm okullarda doğru düzgün ve psikolojik olarak 3-6 yaş grubuna uygun verileceğine dair umudum yerin dibinde. Hadi bakalım daha ne günler göreceğiz. Umarım bu konuyu sırf bizler değil, "din eğitimine karşıysanız dinsizsiniz diyenler" dar görüşlüler de yeterince düşünürler. Çok yakında gelecekte pişman olmamak için...  

Aradığınız Duyarlı'ya Şu an Ulaşılamıyor


Bazen psikologlara çok imreniyorum. Her çeşit insanı iyi anlayabilirler diye düşünüyorum. Kim bilir belki terzi ve sökük meselesinde olduğu gibi kendi özel hayatlarındaki insanlarla yine de zorluk çekiyorlardır. Ama yine de şanslılar. "İnsan" aslında hem çok karmaşık hem de çok basit. Ama genelde yorucu. Hayatı zorlaştıran sebep çoğu zaman uzak-yakın hayatımızdaki insanlar. Bilerek veya bilmeyerek yoruyorlar beni. Anlayışlı, duyarlı, vicdanlı olmanın bedelini ödetiyorlar mesela. Belki bunu fark etmiyorlar bile. Belki hiç kötü niyetleri de yok ama gerçek bu. Ben küçük yaşlardan beri sırtımda kendimden ağır yükler taşıdım bu yüzden. Benim için hep "o nasıl olsa anlar, nasıl olsa affeder, nasıl olsa arkasını dönmez" dediler. Bu olumlu görünen etiketler zamanla yüke dönüştü. Eskiden hissetmediğim veya ömrümce taşıyabileceğimi zannettiğim bu yükler, yaş ilerledikçe sırtımı ağrıtmaya başladı. Aslında "hayır" demem gerektiğinde diyemedim, uzaklaşmam gerektiğinde uzaklaşamadım, mesafeler koyamadım zamanında. Böylece beni bir kere çözmüş herkes onlara kıyamayacağımı öğrendi ve dediğim gibi ister istemez bu durumu kullanmaya başladılar. Bu durumu kullanmaları maalesef artık beni hayal kırıklığına uğratıyor. Eskiden fark etmesem de artık zoruma gidiyor. Dünyadaki, memleketteki olup bitene hissettiklerim yeterince üzerken, kimseye karşı duyarlı olmak gelmiyor içimden. Veya cidden buna değecek en yakınlarıma en sevdiklerime sadece bu toleransı gösterebileceğimi hissediyorum. Hani her zaman zaafın olan bir avuç insana. Onların dışında kim olursa olsun "önce ben" diye düşünmek istiyorum.Çünkü artık biliyorum ki önce kendimi mutlu edersem, önce kendimi düşünürsem yuvamı mutlu edebilirim. Uygulaması zor olsa da formül basit; mutlu insan maalesef biraz daha umursamaz, biraz daha etrafına takılmamayı öğrenen, "hayır" demeyi bilen ve kendine odaklanan insandır. Bu yüzden üzgünüm ama bundan böyle aynı özeni göremediğim herkese karşı "aradığınız duyarlı'ya ulaşılamıyor".

12 Aralık 2014 Cuma

Müzik Tüm Kötülüklerin Anasıdır

Müzik sen çok tehlikeli bir sırdaşsın. En iyi dosttur derler ya senin için, çok da emin değilim ben dostluğundan. Güvenip bir solukta tüm dertlerini, sırlarımı döktüm sana. Maskelerimi çıkardım, soyundum, yüzümün ardında kimsenin görmediklerini anlattım. Hep sadece sana ağladım. Peki sen ne yaptın? Pişman ettin beni. Arsız, dengesiz, güvenilmezsin çünkü. Bazen fazla hüzünlü bazen ele avuca gelmeyecek kadar çoşkulusun. Bir anın diğerini tutmuyor. İnsanı tuhaflıklara sürüklüyorsun hiç durmadan. Sen yanımdayken; yazabileceklerimden, söyleyebileceklerimden, sınırsızlığımdan ürküyorum. Sen bıyık altından gülümserken, etrafımda alaycı alaycı dans ederken kendi kendine; ben aptalca cesur hissediyorum. Her şeyi, herkesi yenebilecek kadar cesur hissettiyorsun tek başına. Ama ikimiz de biliyoruz bu cesaretin faydasızlığını. Olur olmaz şişeleri dizdiriyorsun yan yana, sakin adımlarımı koşturuyorsun, frene basmama izin vermiyorsun. Herkes yanılıyor hakkında; dost değilsin. Hiç değilsin.

11 Aralık 2014 Perşembe

Kafamda Deli Sorular

İnsan sevmemiz gerekmiyor mu doya doya, bıkmadan. İnsan sevme ihtiyacı bitip tükenecek şey mi ? Hangi ara korkar, çekinir, tahammül edemez hale geldik kendi ırkımızdan? Kalabalık şehirlerde bencilleşip, duyarsızlaşınca mı? Kendi telaşımızdan etrafımızı flu görmeye başlayınca mı? İşte, evde, sosyal çevremizde yetemediğimiz, yetişemediğimiz için mi bu soysuz sabırsızlık, hoşgörüsüzlük, kötülük ?  Koşarken kahvaltı yapan, metroya yetiştiği an arkasındakileri düşünmeyen, şemsiyelerle birbiri üzerine kör edercesine yürüyen, yayaların üzerine acımasızca araba süren insanlar kim ? Kendi işini gücünü, ailesini, eşini dostunu bırakıp başkalarıyla uğraşan, hayatını zorlaştıran, güzel olana ayrı kötü, aykırı olana ayrı kötü gözle bakan kim? Birbirine düşman, birbirine fesat bunca insan kim? İçimizden birileri değil mi? Sevdiklerimizden, yakınlarımızdan değil mi? Her gün görmekten bıktığımız, bizi hayattan soğutan bunca "kötü", tanıdığımız hiç kimse mi yani? Sanırım sonunda şehirlerin girişlerine "Dikkat İnsan Var" tabelaları asmak gerekecek. 

Siyah Beyaz


"Vedasız ayrılıklar seyrindeyim
içimde hatıralar siyah beyaz;
bir şiir geçiyor penceremden,
hüznümü azaltıyor biraz.
Kapattım gözlerimi kilitledim,
sırtımı döndüm yalnızlıklara;
kendimi savunurken hayata
büyüdüm senelerce bu yaz"

S.Aksu - N.Göktürk

10 Aralık 2014 Çarşamba

Not Defteri ( The Notebook )

"Öyle özel biri değilim.
Sıradan fikirlere sahip, 
sıradan bir adamım ve 
sıradan bir yaşam sürdüm.
Bana ithaf edilmiş bir anıt falan yok ortada
ve yakın zamanda ismim de hafızalardan silinecek.
ama yine de mükemmel bir şekilde başardım.
tüm ruhum ve kalbimle bir başkasını sevdim.
ve bu kadarı benim için her zaman yeterliydi."

Akbil'e Veda

Canım sarı akbilim. Kimse anlamıyor aramızdaki bağı..Senden neden ayrılamadığımı anlamıyorlar. Zalim dünya seni alıyor benden. Bu yazıyı okuyunca da kesin "deli" diyecekler. Oysa nasıl yazmam ki, seninle beraber binlerce anı da tarihe gömülüyor. Basit bir eşya olabilir misin sen? Herhangi bir varlık mısın yani, kolayca iade edebileceğim? Diyorlar ki akbilinizi iade edin, yerine bedava istanbulkart alın. Yok yeaa. Daha neler. Zavallı bir kart parçası senin yerini alır mı dostum? Ah ulan, ne günlerimiz geçti seninle? Dile kolay 15 sene..Beraber şehrin gezmediğimiz yeri mi kaldı? Binmediğimiz toplu taşıma aracı mı kaldı? Az mı Eminönü'nü vapuruna koşturduk seninle? Peki ya sevgilimle buluşmaya giderken denizotobüsü heyecanımı az mı paylaştın benimle? Otobüsler, metrolar, trenler, motorlar...Neler yaşadık, ne insanlar gelip geçti hayatımızdan tatlım? Unutabilir misin benimle beraber yaşadıklarını? Ah sarı akbilim, dünya değişiyor. Senden kazandıkları para kesmedi, yeni yeni icatlar çıkarıyorlar. "Akbil dönemi sona erdi" haberini içime öküz oturdu vallahi, şoka girdim. Bir baktım insanlar çoktan vazgeçmişler senin akranlarından. O saçma sapan kartları kullanmaya başlamışlar. Vicdansız, nankör insanlar hemen unutmuşlar rahatlığını. Bense seni hiç ayırmadım yanımdan, kart filan da almadım. Anahtarlığımın parçası oldun, şehir dışına çıktığımda bile seninle hiç ayrılmadık. Öyle bağlıyım sana canım benim. Ama yolun sonuna geldik işte. Çok çaresizim dostum ne olur kızma bana. Hem, meraklanma sakın, seni atıp değiştirmeyeceğim. Her zaman anılarımda olacaksın. Ve seni hep saklayacağım. Güle güle kadim dostum. Sarı'm benim güle güle...

8 Aralık 2014 Pazartesi

Kreşe Gitmenin Güzellikleri

Haziran'da henüz 28 aylıkken başladığımız kreş maceramızda hayli yol kat ettik. İlk günlerden beri okula gitmemek için hiç direnmedi kızım, sağolsun beni üzmedi. Tabi ki ilk zamanlar bacaklarıma yapıştığı da oldu, arkamdan ağladığı da oldu. Onu ağlarken geride bırakmak anne için cidden zor. Bahçede beni göremeyeceği yerde bekliyor, ağlaması bitmeden gidemiyordum. Ama hayat bu; bu hayata adapte olması için artık topluma karışma zamanı gelmişti. Hem endişeleri yersiz de çıktı. Bebekliğinden beri insanlarla iletişim konusunda olumlu işaretler veren Deniz, yani benim sosyal böceğim kısa sürede adapte oldu. Yürümek kadar konuşma konusunda da yavaş olan kızım tabi ki ilk aylarda henüz arkadaşları kadar konuşamadığından zorluk yaşadı. Boyu uzun ama konuşması kıt olunca arkadaşları onu anlamadılar. Ama zamanla aldığı ve verdiği sevgi ve sıcaklıkla yuvada mutlu bir çocuk haline geldi. Tabi ben de sayede işine huzurla gitmeye başladım. Çekirdek Yuva çok eski, köklü bir kurum; evimize yakınlığı, yetkililerin ve öğretmenlerin çocuklara olan yaklaşımı, sunulan eğitim programı ve sosyal kazanımları ile bizi tatmin ettiğinden,içimiz rahattı. Aslında henüz 3 yaşını doldurmadığından okula verirken tereddütte kalmıştım. Ama şimdi ondaki farklılıkları ve gelişimini gördükçe doğru karar verdiğimi anlıyorum. Gerçi benim başka şansım da yoktu ama yine de evde bakıcı ile tüm gününü geçirmesindense; yaşıtlarıyla ve öğretmenleriyle sosyalleşebileceği bir ortamda olmasını, topluluk kurallarını öğreneceği, sınırsız faaliyette bulunacağı okulu tercih ederim.
Deniz artık gitgide bilinçlenen, etrafıyla iletişimi hızlanan, bizimle ve evin içinde kendini çok daha iyi anlatan bir çocuk. 
Üç yaşına hızla ilerlediğimiz bu günlerde nasıl hızla büyüdüğünü ve geliştiğini hayretle fark ediyorum. Bir yanım geriye kalan bebekliğinin tadını çıkarmak derdinde, diğer yanım dünyayı keşfetme hızına hayran kalıyor. Kreşe başlayalı henüz 6 ay oldu ve biliyorum ki Deniz'in üzerinde çok güzel etkisi oldu. Artık kendini daha iyi ifade edebiliyor; kelimeleri, cümleleri, anlatabildikleri çok daha fazla. Yemeğini kendisi yiyor; yemeği bitince peçete istiyor ve kendi temizliğini yapıyor. İsteklerini cümle kurarak söylüyor, rica ediyor, teşekkür ediyor, lütfen diyor. Arkadaşlarıyla oyunlar oynuyor, bir sürü oyunlar-şarkılar-etkinlikler öğreniyor. Müzik ve dans onun en hassas noktası.  Sevdiği çizgi filmlerdeki şarkılara çok güzel eşlik ediyor, dansları birebir taklit ediyor,hatta kendi kendince melodiler uyduruyor. Legolarla, boya kalemleriyle ve hamurlarla bir şeyler üretebiliyor. Bebeğine annelik yaparken beni taklit ediyor. Hayal dünyası geliştikçe kendi kendine oyunlar kuruyor ve bizi de içine katıyor. En güzeli de evde öğrendiklerini bizimle paylaşması, anlatmaya çalışması, oyunlarla göstermesi. Bazılarını anlayamasak da ona katılıp iyice heveslendirmeye bayılıyoruz. Bu arada elbette soruları git gide artıyor tabi merakı da :) Cevaplarını almadan asla vazgeçmiyor. İstediği şeyi alana kadar kararlılıkla ve bazen inatla diretiyor. Açıkçası onun pısırık ve köşesine çekilip derdini istediğini içine atan bir çocuk olmasını istemezdim. Bu yüzden bu huyları hoşuma gidiyor. Elbette bizim ona doğru yolu gösterme görevimiz de aynı şekilde önem kazanıyor.  Onun bu gelişimini, sosyalliğini, insanlara, doğaya, hayvanlara olan sevgisini seyretmek muazzam. Zaten ebeveyn olmanın en güzel yanı da bu değil midir? Bir çocukla yeniden büyümek sanırım şimdi iyice anlam kazanıyor. Sabahları komşularla olan iletişimi, neşesi, gördüklerine verdiği tepkiler beni de neşelendiriyor. Kızımla yeniden doğdum, yeniden bebek oldum, şimdi de yeniden çocuk olmanın tadını çıkarıyor ve büyük keyif alıyorum. Elbette zor zamanlarımız, huysuzluklar, tartışmalar da oluyor hayatımızda. Büyümenin sancıları da hayli fazla. Karşılıklı öfke krizleri yaşıyoruz. Annesi olarak çaresiz ve yetersiz hissediyorum, yoruluyorum, sabrım tükeniyor. Ama çok iyi biliyorum ki yalnız değilim. Hayatın tüm koşturmacasında, büyük bir şehirde çocuk yetiştirmek zaten zor ve tüm anne babaların yaşadığı bu hisler normal hatta çok sıradan. Bize düşen tek şey yalnız olmadığımızı hatırlamak ve elimizden geleni yapmaya devam etmek. Sanırım bu yazının ana fikri çok belli, yuva çocuklar için gerekli ve olumlu bir kurum. Büyüdüklerini kabul edip, evden çıkarma zamanı geldi.  

 

5 Aralık 2014 Cuma

Çok Mu?

"Sen artık bir eski İstanbul semtisin benim için; binlerce kez yürüdüğüm sokaklar veya en çok üşüdüğüm köşe başısın. O köşede aynı ifadeyle duruyor beni seyrediyorsun. Sanki yüzümdeki izleri takip eder gibisin, benim o izleri ustaca gizlediğimden habersiz..Yazmaya korktuğum cümlelerim, eski ve kimsenin hatırlamadığı o şarkısın mesela, sadece mırıldandığım. Karanlıklardan,yalnızlıklardan çekip çıkaran güçlü elin hatrına, unutmaya ayak dirediğim çocukluğumsun. Şimdi geçmişteki halinle çıkıp gelsen, bir kez "üzgünüm" desen faydası olu mu? Aynı insanlar olmadıkça mümkün mü ? Kaybolup gitmiş neyi yerine koyabilir ki insan. Çok şey değil istediğim; içinde sessiz sedasız gizlendiğin, arada ortaya çıkıp sadece gülümsediğin saklı bir köşe olsun hayatımda, çok mu ? Hiç bilemediğim dünyanda ufacık bir odam olsun, çok mu? Bu kadarına değerdi aslında. Bu kadarına değmişti."

18 Ekim 2014 Cumartesi

Melek Anneanem

Yazmak bu kez içimi acıtıyor. Hem istiyor hem de erteliyordum bu yazıyı. Çünkü onun yokluğunu kabullenmesi tahmin ettiğimden zor. Pamuk anneannem bu dünyayı ve bizleri bırakıp gitti. Sevdiğimiz insanları ölümle kaybetmek acı veriyor. Yaşı kaç olursa olsun, ölüm ne kadar beklenen bir şey olsun fark etmiyor. Anneannem zaten son bir kaç senesini bir bebekten daha bilinçsiz yaşamıştı. Kimseyi bilmeden tanımadan, ne yaptığının farkında olmadan. Hele ki son zamanları onu görmekten kaçındıracak kadar kötüydü durumu. Geçen Ekim ayında veda etmiştim ona. Son kez öpüp koklayarak pamuk ellerini. İnsan çaresizce "hatırlasın beni" istiyor ama hatırlamadan bakıyordu. Yine de gülümsemeye çalışarak. Onu bu şekilde bıraktım zihnimde. Ve sonunda O da gitti. Onun gidişiyle artık kimsenin torunu olmadığımı fark etmek bir yana, anneannem hayatımın en özel insanlarından biri olduğu için belki, bu kez çok zorladı "ölüm" beni. Seneler sonra tüm çocukları ve torunlarıyla ona veda etmek için Bahçe'ye gittik, memleketimize. Onunla anlam kazanan bir kasabada ve her yerde sadece onun yaşanılan anılara veda eder gibi  dolandık durduk. Şaşkın şaşkın eski günlerden iz aradık sokaklarda ve insanların yüzlerinde. Çoğumuzun en son çocukken uğradığı kasabada artık tanınmayacak kadar yetişkin olmuştuk. Ama pamuk annenemin yokluğunu bilerek orada olmak farklıydı. Ailecek sayısız güzel günlerin geçtiği, çocukluğu doyasıya yaşadığımız meyve ağaçlarıyla dolu bahçemiz, mangal yaptığımız arka balkonumuz, fesleğen kokularını içimize çektiğimiz ön bahçemizle, kocaman sofralarla dolu evimiz artık yoktu. Seneler önce evi şimdi de o evi sımsıcak yapan anneannemizi yitirdik. Onu ziyarete geldiğimizde bizi heyecanla bekleyişi, giderken usul usul ağlaması, bizim için hazırladığı minicik patlıcan dolmaları aklımda hala çok taze.
 Bu dünya için çok naif çok özel çok güzel bir insandı. Bir ağa kızı oluşu mütevaziliğine hiç dokunmamıştı. Dünyanın en sevecen, en iyi niyetli, en zararsız insanı diyebilirdiniz onu tanısanız. Kim bilir en fazla kendine dokunmuştur zararı, o da hep bir başkasını üzmemek adına. Yanaklarımızdan öperken bile usul usul ve yumuşaktı her zaman. Kıyamazdı hiç.. Beş çocuğu on bir torunu oldu. Zorluklarla, fedakarlıklarla büyüttü çocuklarını...Torunlarını sevdi doya doya. Yaşlandı, yoruldu, sonsuz uykuya daldı şimdi. Güzel anneannemin sakinliğinin ardındaki zor yaşamını, erken kaybettiği  dedeme olan sevgisi, ince espri yeteneği ile ona ait her şeyi kalbimde saklayacağım. Bana hayatımın ilk aylarında sevgiyle bakmış...Belki o zamanları hatırlamıyorum ama çocukluğumda bizde kaldığı aylar hep çok mutlu hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Okula giderken mutlaka ardımdan camdan baktığını, onu öpmelerimden hiç bıkmadığını, tüm çocukluklarıma ve hatta ergenlik deliliklerime hep uyum sağladığını ve bana gülümsemekten asla vazgeçmediğini çok iyi hatırlıyorum. Benim pamuk anneannem, zor ama mutluluklarla dolu yaşamın sona erdi. Umarım çok daha mutlu çok daha huzurlu olduğun bir yerdesindir. Bu dünyada çok sevildin, meleklerle berabersindir şimdi ve umarım seni tekrar görebilir tekrar sarılabilirim..Benim pamuk anneannem...İyi ki benim anneannemdin..Her şey için minnettarım. En çok da varlığın için.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Seni Saklayacağım

Seni saklayacağım inan
yazdıklarımda, çizdiklerimde,
şarkılarımda, sözlerimde..
Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
ve kimseler görmeyecek seni,
yaşayacaksın gözlerimde.
Sen göreceksin, duyacaksın
Parıldayan bir sevgi sıcaklığı,
Uyuyacak, uyanacaksın.
Bakacaksın, benzemiyor
gelen günler geçenlere, 
dalacaksın.
Bir sevgiyi anlamak
bir yaşam harcamaktır, 
harcayacaksın.
Seni yaşayacağım, anlatılmaz,
Yaşayacağım gözlerimde;
Gözlerimde saklayacağım.
Bir gün, tam anlatmaya...
bakacaksın,
Gözlerimi kapayacağım..
Anlayacaksın...

Özdemir ASAF

15 Ağustos 2014 Cuma

Aklımda

Aklımda uzun diyaloglar var
kaçınılmış, konuşulmayacak olan..
Keşke konuşabilsek,
düşünmesek fazlaca,
korkmasak,
ağlasak sesli sesli,
tertemiz olsak
kırıntısı kalmasa öfkelerin.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Deniz'in Sevgi Gösterileri

Bir çocuk yetiştirmenin en çekici tuhaf yanlarından biri bizleri takip edişi bana göre. Küçük bir suretin duruyor yanı başında. Alacağı şekli bekleyen bir oyun hamuru gibi. Küçük insan rol modellerini yani önce anne-babasını gözlemliyor, kaydediyor ve taklit ediyor. Bazı huylar cidden kalıtsal diğerleri ise çevresel faktörlerle oluşuyor ve gelişiyor. Tabi ki bizden çok adım önde olacak ufaklık. Yaşadığı çağa uygun, yaşıtlarına uygun, dünyanın en son haline uygun gelişecek ama yine de bizim küçük taklitçimiz bizlerden huylar, alışkanlıklar elde edecek. Bu hem büyüleyici hem ürkütücü. Hele ki algıları iyice geliştiğinden beri, her sözünüze, davranışınıza, olaylara verdiğiniz tepkilere dikkat etmelisiniz. Ufacık bir tepkin onun zihninde korkutucu olabiliyor çünkü. Veya asla öğrenmemesi gereken şeyleri erkenden öğrenmesine sebep olabilirsiniz. Deniz Zeynep her ikimizden de bazı özellikleri kapmış olsa da her ikimizde de ortak bulunan ( mütevazi olamayacağım ) sosyalliği, sonu gelmeyen insan sevgisini ve sevecenliği kapmış. Tabi ki bu özelliklerin 2.5 yaş versiyonu çok daha sevimli oluyor. Bizler ne de olsa yetişkiniz, hayatı öğrendikçe insan sevgisi çok baki kalmıyor malesef. Neyse bu bambaşka bir konu. Deniz'e dönecek olursak; bazen iyi mi kötü mü bilemesem de küçük hanım insanları çok çok çok seviyor. Hemen alışıyor, içi ısınıyor, sokulup iletişim kurmak istiyor. Henüz bebekken koca gözlerini dikip uzun uzun izlerdi ilgisini çeken insanları. Büyüyüp konuşur, kendini ifade eder hale geldiğinde durum biraz daha derinleşti. Yakınlarına, sevdiği insanlara gösterdiği sevgi zaten müthiş; onları görünce çığlık atıp sevicini bağıra çağıra göstermesinden tutun, uzun uzun sarılıp sınırsızca öpmesi tabi ki herkesi çok mutlu ediyor. Peki ya yabancılar? Sokakta gördüğü her insanla selamlaşıyor, bazılarıyla konuşup peşlerinden koşuyor. Çocuk görünce zaten direk yakasına yapışıyor. Hiç tanımadan iki dakika iletişim kurduğu insan dönüp gittiğinde arkasından ağladığını bile gördüm. Durup dururken gidip birine sarılıyor veya ellerini tutuyor. Böyle enteresan bir insan yavrusu bizimki. Bir yandan çok tatlı olduğunu düşünsem de çoğu zaman endişeleniyorum. İnsanlara güvenin yok olduğu bir çağda ve dev bir kentte yaşarken, çocuğun bu derece korkusuzca insanlara kapılması çok da iyi değil aslında. Ama henüz korkuyu bilmiyor. Elbet biraz daha büyüdüğünde tehlikeleri daha net anlatacağız ve umuyorum ki o da biraz temkinli olacak. Küçük hanım toprağı, çiçekleri, hayvanları da en az insanlar kadar seviyor üstelik. Hepsine sevgiyle yaklaşıyor, dokunup okşuyor, konuşuyor ; bırak canlısını sevmeyi, kitaplarda televizyonda görünce bile en sevimli gülümsemesiyle tepkiler veriyor. Benim minik modelim, sevgi kelebeğim; umarım hayat karşına sevginin ve sevgi gösterilerinin değerini bilen insanlar çıkarır, hep mutlu olursun..

5 Ağustos 2014 Salı

Sevgili Olmayı Unutmamalı

"Sevgi neydi, sevgi emekti" der Asya, ne kadar eskimeyen bir cümle. Seneler geçerken önce sevgili, sonra eş ve ebeveyn oluyorsun sırasıyla...Eğer bu süreçte sevgin ve dostluğun değişmiyorsa sadece büyüyorsa, o zaman şanslısın. Şanslı olduğun sürece de elindekini koruyup kollamanın sorumluluğunu da taşımalısın. Kavga ettiğin, öfkelendiğin, kırıp döktüğün zamanlarda yalnız olduğun geçmişi veya O'na hasret geçirdiğin günleri düşünmelisin. Onsuz günlerini hatırlayıp hiç kızgın kalamıyorsan zaten senin sevgine hiç bir zarar gelmez. Nazarmış, kötü gözmüş, negatif enerjiymiş falan filan geç git. Seviyorsun işte, pamuklara sarıyorsun sevdiğini, ne güzel. Anne baba olmak elbet aynı evde yaşamaktan daha büyük bir adım.  Birlikte takım olmayı, beraber hareket etmeyi, en zorlu günlerle başa çıkabilmeyi, birbirine yaşam alanı, nefes alma zamanı bırakmayı öğreniyorsun. Aynı kaygıları eş zamanlı yaşıyor, aynı sorumluluğu taşıyorsun. Küçücük bir insan yavrusunu büyütmeye çabalıyorsun. Sokaktayken, işteyken aslında her anında o insan yavrusunu düşünüp ona göre hareket ediyorsun. Zaman zaman yalnızlığı veya baş başa kalmayı da özlüyorsun. Kendini sakın suçlama bunun için. Takım olmanın - eş olmanın faydası tam da burada zaten. En bunaldığın anları en iyi yine O anlar çünkü. Tabi sen de onunkini.  "Biraz ferahlarsın evden çık" diyebilmek, "Çok yoruldun bugün tüm ev işlerini ben hallederim" diyebilmek aranızdaki bağı en kalın halatlardan, kırılmaz zincirlere dönüştürüyor. Artık anne veya babasın, daha fedakarsın, daha anlayışlısın. Biliyorsun ki o mutlu olursa ev daha huzurlu, çocuğun daha mutlu olacak. Hem, kapının dışındaki hayat yeterince yaralayıcı değil mi? Kapının içindekilerin yaralarını sarmak herkese iyi gelmez mi? Onun kaygılarını gider, yaralarını sar, gamzelerini ortaya çıkart. Dünyanın en mutlu yeri sevdiğinin gülümsemesi değil mi sanki? O kapının içinde mutluysan, dışarıda ne kadar mutsuz olabilirsin ki en fazla bir düşün! Her ne olursa olsun, o senin görmek için sabırsızlandığın, telefonunu beklediğin, ilk günlerde ellerini titreten insan değil mi? Ona vakit ayır, anne baba oldun diye, sevdiğini unutma. Birinci kural neydi? "Mutlu anne-baba eşittir mutlu çocuk"...Unutma...

Sarıkonak'ta Hayatın Dayanılmaz Hafifliği

Sonunda tatil günü gelip çatmıştı. İlk kez Antalya'ya Temmuz ayında gidiyorduk. Babamın emekli olmasıyla bizimkilerin Antalya'da geçirdikleri zaman  da hayli uzadı. Şehir merkezine 20 dakika mesafede köye bağlı sakin bir sokakta bahçeli, bol ağaçlı ve hatta bostan-lı bir ev olunca, biz zavallı şehirliler için tam bir "sığınılacak liman" haline geldi. Annemlerin orada geçirdikleri bol zaman bizim Sarıkonak'ı tam bir ev haline getirmiş. Hele ki 2.5 yaşında bir çocukla zaman geçirmek için ideal tatil mekanı. Deniz geçen sene burada tatil yapmıştı ama o zaman çok küçüktü. Bu kez daha bilinçli, daha gelişmiş-anlamış ve meraklı bir şekilde zaman geçirecekti. Bu da bizi daha çok heyecanlandırdı elbet. İlk heyecanımız ufaklığın uçakta kendi koltuğunda oturmasıydı. Kuzum bizi hiç üzmedi.Meraklı meraklı baktı sadece. Bir tek uçağın hızla havalanması onu biraz ürküttü o kadar. "kork kork" diyerek elimize tutundu yavrucak.  
Sonrasında hava limanında anneanne ve dedesine kavuşma anı görülmeye değerdi. Eve vardığımızda uyuduğundan nereye geldiğini sabah uyanınca fark etti. Gün ışıklarıyla etrafını fark ettiğinde gözleri kocaman kocaman açıldı sevinçten. Yanında bir sürü sevdiği insan nereye koşturacağını neyi inceleyeceğini şaşırdı tabi :) İstediği gibi vakit geçirmek bir çocuk için ancak böyle tanımlanabilir. Şımarmak serbest, anne babası işe gitmiyor, bahçe var havuz var, her an yiyebilecek taze meyveler var, daha ne olsun. Bir hafta boyunca neredeyse birkaç sefer dışında ev-bahçe-bostan mıntıkasından ayrılmadık. Deniz'i şehrin yakıcı sıcağından korumayı tercih ettiğimizden sahile onu götürmedik. Deniz keyfini Eylül'e bıraktık her zamanki gibi. Biz sezon açılışımızı Kemer yolundaki Çaltıcak Koyu'nda gerçekleştirdik elbet :) Bizim küçük hanım evde ve bahçede son derece mutluydu. Bahçeden ayrılmak, içeri girmek istemiyordu. Gerçi sadece uyku vakitlerinde eve giriyordu zaten. 
Kolluklarıyla yüzme keyfine vardı, üşüme derdi olmadan suya oynadı; bostandan sebze meyve topladı, çimenlerde koşturdu; toprakla üstünü başını yüzünü gözünü kirletti; koyunlar, karıncalar, tavuklar ve kamlumbağalar ile arkadaş oldu. Alıp başını arabasız, insansız tozlu köy sokaklarında yürüdü. Keyfi yerinde olan sadece Deniz değildi elbet.  Bizim için de huzurlu, sakin, tüm streslerden uzak bir haftaydı. Ayaklarımızı topraktan ayırmadık neredeyse. Serinlemek kolaydı, öğle uykuları kolaydı, Deniz'in uyuduğu saatlerde kitap okuyup bira içmek çok kolaydı :) Hele ki içimizi yakıp kavuran ülke meselelerinden uzak durmak ikimize de çok iyi geldi. Bu yaşımda ilk kez topraktan sebze, meyve topladım. Hep sofrada görmeye alıştığım sebzeleri toprakta gördüm. Topladığım sebzelerle salata yaptım; doğal lezzetin tadına vardım. Benim için şaşırtıcı olan 2 gün önce parmak kadar olan salatalıkların, minicik kavunların birkaç günde kocaman olmalarıydı. Deniz'in bu yaşında bunları keşfedip birebir yaşamasından ötürü ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. İyi ki dedesi böyle bir mekan yaratmıştı. Umarım uzun uzun seneler tüm negatif enerjimizi burada atar, bunaldığımızda toprağa, suya, doğaya teslim oluruz. Teslim olmak iyi geldi. Bizim küçük cadı yine bazı hayvancıklarla arkadaş oldu. Karıncaların yuvalarına hızla girip çıkmaları, koyunların sürü halinde dolaşmaları onu çok şaşırttı. Bizimki koyunları gezdiren küçük çoban kızla sohbet etti, bahçeye kaçan yavru kamlumbağa'ya "kanka" ismini verdi. Ve tabi komşunun tavuklarına çok güldü. Ama onu en çok şaşırtan birden bire kora halinde şarkı söylemeye başlayan ağustos böcekleriydi. Onları göremediğinden sesin geldiği yeri merakla araştırdı. Neyse ki artık söylediğimiz her şeyi anlıyor veya anlamış gibi yapıyor :) Bunun gibi aklıma gelmeyen daha bir sürü şey. Tüm bu süreçle sevdiklerimizle zaman geçirmek, hasret gidermek, keyifli rakı sofraları, ara verilen diyetler fazladan mutluluklardı :) Kendimiz için ayrı keyif ama tüm anne babalar gibi çocuğun mutluluğunu, huzurunu seyretmek apayrı bir keyif. Ve şehirden ne kadar uzaklaşabilsek o kadar iyi. Madem mahkumuz kalabalıklarda yaşamaya madem hayat bunu gerektiriyor; boşluklarda toprağa, denize, yeşile kaçmalıyız. Depolanan enerji ile dünya daha katlanılabilir... Bekle bizi Antalya, her daim bir ayağımız orada.  Deniz hanım sen de gezmeye iyice alış. Bu anne baba ile tüm tatillerin bu kadar durağan olmayacak. Seneye başlıyoruz daha yorucu seyahatlere :)                                                   
                                                          Doya doya kirlenmek
                                                              Merhaba tavuklar
                                                                  Bostan-cılık

                                                   Yarın yine gelin tamam mı?                                                          
                              
                          Oh be kendi koltuğum ne rahat                    Ey özgürlük
                       
                                         Yüzmek mi?                        Aldım başımı gidiyorum
                            
                              Bu acur da boyum kadar         Korkma sana bişi yapmam ( yaptı )
     

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Bir Küçük Emzik Meselesi

Ben her zaman emzik kullanımından yana oldum. Bebekleri de anneleri de rahatlatan bir varlık kendisi. Hele ki parmak emme riskini düşünürsek bence faydalı. Bizim ufaklığın emzikle tanışması oldukça erken oldu. 3 günlükken emme sorunu yaşadığından yardımcı olması için vermiştik ve gerçekten de işe yaramıştı. Emmeyi öğrenmesine büyük katkı sağladı. O ilk emzik onun minik suratının yarısını kapatıyordu sanki, hey gidi günler. Deniz anne sütü almayı 1 yaşında bıraktı, kendi isteğiyle. Fakat yalancı meme aynen devam etti. 2 yaşını doldurduktan sonra bir kaç kez yeltendim bıraktırmaya fakat iki kez hemen akabine ateşlendi, kıyamadım. Mayıs'ta kreşe başladık, yeterince büyük bir değişim yaşıyor diye yine kıyamadım. Fakat kullanımı çok tuhaflaşmıştı. Uyurken ağzına istiyor ama uyur uyumaz da atıyordu. Sanki oyuncak gibi olmuştu. Bir ağzında bir elinde iki emzikle dolaşır olmuştu son zamanlarda. Bu durum canımı da sıkmaya başladı açıkçası. Araştırdım, düşündüm, sordum soruşturdum ama çok zorlanacağımı düşündüğümden cesaret edemiyordum. Ta ki ateşli olduğu bir gün onunla evde kalana kadar. 3 emzikle geziyordu. Huysuzluk anlarından birinde ben de sinirlendim ve emziği kapıda doğru fırlattım. "yeter artık kocaman kız oldun hala bunlarla geziyorsun artık yok meme isteme" deyiverdim. Beni tamamen anladı "meme yok" dedi. Yaklaşık yarım saat sonra sordu "meme?", "meme istemeyecektin hani" dedim. Bir şey demedi ama sonrasında gitti buldu emziğini, yine hasta diye kıyamadım. Ta ki 2 gün sonraya kadar. Yine elinde çift emzikle dolaşıyordu. Birden bu işi sonlandırmaya karar verdim. "Deniz hani artık meme kullanmayacaktın, kocaman kız oldun. Meme bebekler içindir. Hem çok pis olmuş bu meme, gel atalım çöpe" dedim. Yine anlar bakışlarıyla baktı elimden tuttu mutfağa getirdi beni. Çöpe uzattı ve attı. Hayretimi belli etmeden "aferin sana kızım meme artık pis oldu, bundan sonra küçük bebekler kullansın sen büyüdün" dedim. Hemen diğer emzikleri ortadan kaldırıp sakladım. İnanılmaz ama çok basit oldu. İlk gün hiç lafını etmedi. Ertesi gün sordu, "biliyorsun sen kendin attın, artık meme yok" dedim. Beni teyit edercesine "meme ditti" dedi. Vicdanım sızladı, çok üzüldüm açıkçası. Sanki ondan çok beni sarstı bu olay ama geri dönüş de mümkün değildi tabi ki. Ara ara sordu ama sanki gururundan istemiyor gibi davranıp " meme ööykk meme pis" demeye başladı. Cidden her soruşunda içim acıdı ama vermedim. 1 aydan fazla zaman geçti böylece. Emzik devrimiz de böylece, az acılı olarak kapandı. Darısı tüm bıraktırmak isteyenlere...   

1 Ağustos 2014 Cuma

Life and Death

"Life and death, 
 energy and peace.
 if I stop today it was still worth it.
 Even the terrible mistakes that I made
 and would have unmade if I could.
 The pains that have burned me and
 scarred my soul, it was worth it,
 for having been allowed to walk where I've walked,
 which was to hell on earth,
 heaven on earth, back again, 
 into, under, far in between,
 through it  and above"

 GIA CARANCI (1960-1986)

Güzellik

"Güzellik" neye kime göre doğru ? Topluma göre mi, uzmanlara göre mi, kadına erkeğe göre mi?  Senin için "güzel" nedir, kimdir...Kitlelerin güzel dediğine mi kapılırsın, sırf sana güzel görüne mi? Aslında uğruna insanların hayatlarını harcadıkları şey çok basit değil mi? Bir insanı güzel yapan bedeni değil öncelikle yüzüdür bana kalırsa. Yüzündeki ufacık bir detaya takılırsın...Sadece basit bir mimik, anlık bir kıpırdanış, gözlerinin gülünce veya ağlayınca şekil değiştirmesi, dudakların hareketleri veya kararlı bir bakışın verdiği ifade...Kimisi sadece ağlarken güzelleşir kimi sadece içerken..Bazısı aşıkken güzel olur kimisi kavgada. Sadece bir kişinin yanında güzel de olabilir insan veya hiç olmazsa annesine güzeldir. Öfkeyle güzeldir, acıyla güzeldir, coşkuyla güzeldir belki, kim bilir. Duruştur güzel olan, güzel hissettiren veya görünen. Görece-li denmesi de bundan belki de. Aslında küçük bir çocuk gibidir insanlar, her birinin güzelliğini görürsün, dikkatli bak. Veya dikkati de boş ver. Nasıl olsa sana görünecek. Senin gördüğünü  koca dünya görmeyecek olsa bile sana güzel olacak ya yeter işte..Emin ol, eninde sonunda keşfedeceksin ve aklına kazınacak. Belki bin kişiye anlatsan anlamayacak ama senin için fark etmeyecek. Hem ne derler bilirsin..."dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey...."

31 Temmuz 2014 Perşembe

Sevgiliye

Yazmak çok tuhaf. Öyle hadi yazayım dediğinde değil asla. Tam tersi en olmadık zamanlarda üzerine üzerine gelir cümleler. Bazen iş güç esnasında veya zihnimin karmakarışık düşünceleri arasında kaybolmuşken rahatlamak için kulaklığı takıp müzik dinliyorum. Yolda yürürken, ofiste çalışırken veya en olmadık zamanda üzerime gelen cümleler çoğu zaman bir paragrafı bile oluşturmayacak kadar birbirinden aykırı ve alakasızlar. Yazmak isterken uçup gidenler oluyor. Bazen notlar alıyorum, sonra dönüp baktığımda kendim bile anlamıyorum. Sen bana hangi cümleyi ne için yazdığımı bildiğini söylüyorsun ya, ben bilemiyorum sevgilim...Geçmişe mi, bugüne mi, öfkelere-pişmanlıklara mı veya sadece bir an'a mı yazıyorum bilmiyorum. Hepsini paylaşmak zor. Ama genellikle cümleler acılar üzüntüler üzerine yazılıyor. Acı'dan beslenen varlıklar olduğumuz doğru. Acı'larımıza bağlanıyor, onu seviyor, suyunu verip içimizde büyütüyoruz. Çoğu zaman uyusa da uyandırıp dün doğmuşcasına bağrımıza basıyoruz. Neden bilmem? Mazoşist yanımızdan mı? Yoksa acı dediğimiz şey etimizden et mi? Onu tamamen kopartıp atamamak kendimize olan sevgimizden mi yoksa acının kaynağına duyulan öfkeden mi? Bir yerlerde saklı da olsa dursun ki öfke taze kalsın istiyoruz bana kalırsa. Onu gömer ve unutursak yeniden aynı yaralanmalara maruz kalabiliriz elbet. Güçsüz olduğumuzu düşündüren müzmin acı aslında dünyanın tüm kazananlarına karşı bizi ayakta tutuyor.Herneyse demek istediğim insanlar değil çoğu zaman kaynak. Ben hep bir sahneye yazıyorum veya bir duyguya. Mesela hiç söyleyemediğim bir cümleyi seneler sonra unutmuyorum veya aklıma kazınan bir sahneye. Bu halimi çok sevdiğimi söyleyemem ama hep böyleydim, kendimi bildiğim ilk çocukluk senelerinden beri. İnsanları inceler, kalbime döner ve kafamdan yazardım. Böyle bir tuhaflık. Normal olmadığımı kabul ediyorum. Ben hiç bir duyguyu, hiç bir yaşanmışlığı eskitemiyorum. Sadece büyüyorum, değişiyorum ve o-nların suretleri de benimle birlikte değişiyor. İçinden geçtiğim manzaraya ağzı açık hayret ve telaşla baktığımdan heralde, o anı yaşarken hali hazırda bir şey çıkmıyor benden. Düşünceler de duygular da yığılmıyor önüme. Sonrasında arkamda kaldığında her şey, dönüp bir tabloyu seyreder gibi bakıyor, yeniden yaşıyor hissediyor ve yazıyorum. 
Peki ya sen tek sevgilim?  İnsanlar, yollar, yaşlar, manzaralar ve duygular geride kalıp suret değiştirirken yanımda hiç değişmeyen ve o manzaraya arkamda kalmadan bakabildiğim tek varlıksın. Senin için hissettiklerim öncesinde can yakan veya bayram sevinci yaşatan her duygudan; acılardan veya mutluluklardan apayrı bir yerde. Benim seni anlatmam mümkün mü? Hala ağzım açık bakıyorum sana, bana olan sevgine, ruhumun her hırçınlığında yanımda duruşuna, ellerimi hiç bırakmayışına. Sen benim mutluluğumsun. Sen hayatımdaki herkese ve herşeye inatsın. Bakma sen yazdıklarıma, deliliklerime, hüzünlenmelerime...Hepsini sadece seninle temizliyor, temize çekiyorum. 

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Para Para Para

Para keşke hiç olmasaymış? 
Para en mühim şey? 
Parasız olmaz? 
Para amaç değil araç olmalı?
Param olsun mutlu olurum?
Sevgi ve sağlık için para bile anlamsız?

Hangisini savunuyorsunuz, size göre hangisi diğerinden daha doğru veya daha yanlış? Kafanız mı karıştı? Benim de :) Lanet varlık hayatımızın tam ortasında. İstediğin kadar önemseme, istediğin kadar "amaç" haline getirme, hayatının merkezi yapma, "ihtiyacım olanı bana yeter" diye kendini kandır. Kazın ayağı öyle değil. Para ile elde edemeyeceğimiz güzellikler hala her şeyden önce gelse de paranın eksik bıraktıkları da hayli fazla, kabul edelim. Parasız mutlu olunur elbet, hele ki cidden anlamsız tüketimlerden uzak durursak. Ama peki parasızlığın veya "az para"nın sebep oldukları? Örnek mi istiyorsunuz; Para yüzünden sevmediğimiz işlere, kurumlara ve hatta sevmediğimiz insanlara katlanmak, istemediğimiz yerlerde yaşamak, sevdiğimiz insanlardan uzak kalmak veya sevdiklerimizi uzaklara göndermek, insanların "hobi" dedikleri tutkularımızı mesleğimiz haline getirememek, istediğin an istediğin yere gidememek, anında yanına koşmak istediğin insana uzaktan bakabilmek, yardım elini kullanamamak, insanların onun yüzünden bencilleşmeleri-kötüleşmeleri-değişmeleri, uğruna susmak zorunda kaldığımız, tepkisizleştiğimiz her şey, ertelemek zorunda kaldıklarımız ve tabi geleceğe güvenle bakamamak....Çok mu sizce? Bence sadece küçücük bir kısmı ve hatta "hayati" olmayanlarını sıraladım. Peki ya paranın yol açtığı kavgalar-savaşlar, açlık, fakirlik, sadece paranın tedavi edebildiği hastalıklar ? Ya zenginlerin arsız hırsları ve kibirleri ? Hala "para mühim değil tezini" savunur musunuz peki? Hiç sanmam. O derece hayalperest düşünebilmek için ya çocuk olmalı insan yada modern hayattan uzakta yaşamalı. Lanet para hiç olmasaymış keşke. Çünkü yol açtıkları en basitinden en ölümcül'üne kadar malesef önemi. Çaresizce mahkumuz kendisine. Tüm bunların farkındayım ama yine de ruhumu asla ele geçiremeyeceksin olmaz olasıca "para"...Kararlıyım...

11 Temmuz 2014 Cuma

Kızıma Mektup

Kim bilir ne kadar büyüdün bunları okuduğuna göre...Dönüp arkana bakmaya başladın mı güzel kızım ? Zaman ne mühim şey şimdi anladın mı? Hayat zor ama basit aslında. Her şey dönemden ibaret işte görüyorsun. Hayat uzun bir yol derler. Çoğu şey geçici, çoğu şeyin bir dönemi var; insanların, sevgilerin, tutkuların, ilgi alanlarının bile dönemi var. Gelir ve geçer. O dönemin tadını çıkarmak elinde kalan tek teselli aslında. Yoksa yalnızlık hep seninle. Her zaman kendine dönersin, kendinle yaşarsın en çok çünkü. Bazen şehirler de insanlar da geçip giderler hayatından. Arkalarından uzun seneler baktıkların, sadece adını anıp gülümsediklerin ve hatta tamamen geride bırakabildiklerin olacaktır. Ama bu yüzden sevmekten, inanmaktan caymayacaksın meraklanma. Hem öyle yaşanır mı? Sevmek güzel her şeye rağmen. Sevmek ve neredeyse kendin kadar inanmak. Hoş inanmadan sevmek zaten tad vermez biliyorsun değil mi ? İnanacaksın sevdiğin her bir hücreye. Aynı yolu yürüdüğüne, gerçek olduğuna, seni sevdiğine, zamanı gelince arkasını dönmeyeceğine inanacaksın. Bir avuç insan da olsa fark etmez. Bir gülümsemesine yüzyıllar sonra hala dalıp gidebildiğin dostların, tüm marazlarını göstereceğin sevgilin, kırıp döksen de seni affedecek ailen olacak. Bunlara sahipsen ne iş yaptığının, kaç para kazandığının, kapının ardındaki yabancıların seni hangi sıfatlarla andığının önemi olmayacak zaten. Sen zaten mutlu olacaksın. Babandan da benden de aldıklarını görüyor ve hayrete kapılıyorum hala. O kadar bize benziyorsun ki. Tabi ki bizden çok çok ötede olacağını biliyorum ve sabırsızlanıyorum. Seni büyürken izlemek her yaşında apayrı bir keyif olacak :) 
Güzel gözlerin hep şimdiki kadar pırıl pırıl baksın dünyaya. Aynı merakla, aynı sevecenlikle. Dünyanın, hayatın, insanların hiç bir kötülüğü güzelliklerini kaybetmene yol açmasın sakın. Sen güzelsin, çok güzelsin. Benim için dünyadaki en güzel varlıksın. Yanında, arkanda, kalbinde olduğum sürece umudunu yitirmemen için elimden geleni yapacağım. Yeter ki sen hep sen kal; Serserilik yap, ellerini ceplerine sokup yürü uzun uzun, nereye gidersen git sokaklarını gez, insanlarını keşfet, eski eşyaları ara, bir sürü cümle yaz, daha fazlasın oku, sevdiklerini deli gibi sakla. Geçmişini unutmak zoruna mı gidiyor, gitmesin evlat. Hatalarını da sevinçlerini de aynı kefede, aynı derece sakla, unutma, arkanı dönme. Değmeyecek insanlar için yıpratma kendini ama seviyorsan asla nefrete döndürme duygularını...Asıl nefret duygusuna değmez kimse, hiç bir şey. Nadiren sus, hep konuş, bol bol dinle. Müziği yanından ayırma. Kan bağını kalbin kadar ciddiye alma. Sevgini de üzüntülerini de yüzünde göster, sözlerinle anlat. Parmak uçlarınla dokun, kollarınla sarıl, severken sözcükleri esirgeme ne kendinden ne sevdiklerinden. 
Veya...Sen nasıl istersen öyle yap evlat. Biliyorum ki güzelini yapacaksın zaten. Hem ben nasıl olsa seni her zaman, büyük bir güçle, yorgun kalbim dün hayata gelmişcesine taptaze, bıkmadan seveceğim seni.

 "Öyle Bakma Çünkü
  Güzel bahçeli bir ilkokulun penceresinden 
  dünyaya,
  hayret, hasret ve biraz da
  bayat bayram şekeri kederiyle bakan,
  aklı cambaz, yanağı al,
  sesi çilek aroması
  bir çocuk oturuyor
  gözlerinde..." 

  Y.E.

8 Temmuz 2014 Salı

Hesaplaşma

Sen kimsin? Kim olabilirsin? 
Kendinde o gücü, o değeri nasıl bulabiliyorsun da;
benim adına "sevgi" dediğimi kendince sınıflandırıyorsun.
Ne haddine? Onca hakkı nasıl verdin kendine?
Hani nerede sevmenin defteri kitabı?
Yoksa kendince tanımlar da mı yazdın?
Sevginin şekli şeması olmaz demedi mi kimse sana?
Kandırma kendini...
Azı-çoğu, rengi, kokusu olacak,
Şaşılacak şey değil ki bu..
Değişmez, taşınmaz, ellerine sığmaz..
Keşke sen de bilseydin de 
avuçlarını doldurabilseydin..
Yazık etmişsin kendine..
N'oldu? Ürkecek bir şey yok,
Deli ben miyim sen mi?
Geç olmadan bir daha düşün!
Hadi oradan.

20 Haziran 2014 Cuma

Kısa

Kollarını uzatmak zoruna gidiyorsa;
sesinle sarıl bana, gülümseyerek sarıl,
konuşarak, yazarak, susarak sarıl,
nasıl olsa hissederim..
"Seviyorum" demek zor geliyorsa;
hiç gitmeyerek, bitmeyerek söyle,
nasıl olsa duyarım..


13 Haziran 2014 Cuma

Kendime Mektup 2

Hayat sürprizlerini üst üste mi vermeyi seviyor acaba? Oysa hiç de halim yoktu. Üşengeçliğin zirvesinde geziniyorum aslına bakarsan. Yorgunum ve bunun sebebini kimsenin anladığını düşünmüyorum.İçimde ve dışımda insanları temize çekmekten mi yoksa seneler süren sessizlikten mi bilmiyorum ama yorgunum. Belki hayat şuaralar durmadan düşünmeme sebep oluyordur. Soluklanmama izin verse dışarı kontrolsüz taşan öfkemin sona ereceğini görecekler aslında. Haklıymışsın meğer sen. Zamansız yüklenmişim dertleri en dertsiz günlerimde. O günleri daha umarsız geçirmeliymişim. Çocukken şımarık, gençken hırçın olmalıymışım. Hataları o günlerde yapmalı, kapıları sesli kapatmalı, kavga etmeli, belki ilk biramı o günlerde içmeliymişim. Sokaklardan eve hep geç vakitlerde dönmeliymişim belki de. Ben hiç yaşadığım yaşın insanı olamadım haklısın. 30'umdan sonra tanıdım kendimi. Yaraları bereleri, tozlu raflara sakladıklarımı yeni yeni kabullendim ve belki sevmeye bile başladım o tüm arazları. 30'umda öğrendim içmeyi, insanları boş vermeyi. 30'umdan sonra serseriliği ele aldım -ruhen-. Peki şimdi aynalara farklı mı bakıyorum sence? İnsanlar da görüyorlar mı benim gördüklerimi? Vedasız ayrılıklar yaşadığımı, bıkmadığım dinlediğim o eski şarkıları boşuna sevmediğimi, yanlış insanlara inanmış olabileceğimi, geçmişte bir yerlerde affetmeyi boşa harcadığımı ve kulağımdaki müzik sustuğu an yazamadığımı herkes görüyor mudur bana bakınca? Mecburiyetlerden bıkıp usandığım yüzüme de yansıyor mudur? Mecburen yaptığım en ufak davranıştan, istemeden yazdığım her cümleden, gönülsüz dudaklarımdan çıkan bir satır sözden, istemediğin gittiğim yerlerden, istemeden gördüğüm insanlara kadar ne çok şeyden bıktığım belli olmuyor mudur sahiden? Ama bunlardan herkes yorulur öyle değil mi? Madem kabullenme süreciydi en sancılı olan,tüm bu mecburiyetlerden ve hatta tüm mahcubiyetlerden teker teker arındığımızda özgür olacağız ne dersin? Ağlamaktan kahkaha atmak kadar çekinmediğimiz gün belki...Ya da insanları ayırmadan sevebilmenin güzelliğinden utanmadığımız gün...Etrafımda silikleşen kalabalığa değil de hep en sevdiklerime yansıttığım yanlışlarım üzüyor beni sadece. Bundan başka da üzüntüm yok artık. Hesabını veremeyeceğim bir hayalim, bir anı'm da yok. Her bir zerresiyle barışıyorum. Bilmez misin sanki, neşeyi de melankoli kadar severim ben. Bilirim ki kimse sonuna kadar çekmez suratsız mutsuz insanları. Haksız da sayılmazlar. Hüzün de güzeldir ama anlamsız yere kendini ve etrafındakileri mutsuz etmek cidden çekilmez. O yüzden buradan dönüp gidelim. Belki bir gün kendimizi o Ege kasabasında bulur, aynı anda mutlu olur, sadece çekirdek kadroyla devam ederiz yola...Sen hep yanımda kal..

10 Haziran 2014 Salı

Zaman Siler Demiştin

Bir gün sen geçmiş zamandın
bense yanında anlamların
gezinirken uzaklarda akşamları
her şey geçer demiştin
geçmeyen şeyler var şarkılarımda
zaman siler demiştin
silinmiyor yaşananlar
bir durak var yüreğimde
beklerken hep geciktiğim
sürüklerken beni sana mevsimlerim
her kaçış kendini yakalar
kaçamadığım şeyler var şarkılarında
her aşk bir mavi masal anlatılmayan

Murat Çelik


10 Mayıs 2014 Cumartesi

Anneler Günü'nün Şarkısı

"Sadece ikimizin uyandığı saatlerde duruyor zaman
 çünkü sadece sen tutuklarsın beni apansız uyanış gibi
 gel kızım sokul bana,bir kez daha alayım kokusunu benim küçük bahçemin
 büyüsen de, gitsen de, hala bekliyor gibi beni senin küçük ellerin..."

Anneler Günü'nü bile ticaret dönüştüren bir dünya ve kutlamaya utandıran bir memlekette sürdükçe hayatlarımız, yeterince tadını çıkaramayacağız. Annelere alınan saçma hediyeler, göstermelik ilgiler,bitmeyen anlamsız reklamlar hepimizi bunaltmaya devam edecek. Öte yandan çocukları zalim dünya tarafından hesapsız ve aniden ellerinden alınmış anneler, annelerini zamansız kaybetmiş çocuklar varken neyi kutlayabiliriz ki zaten. Kutlamak ne zaman utandırmayacak bizi? Hiç mi?
O yüzden bu hüzünlü şarkı geldi belki aklıma. Çünkü annem'e olan sevgim anne olunca kat kat büyüdü..Çünkü ben Deniz'in annesi sıfatımı sahip olduğum her şeyden çok sevdim. Çünkü kızımla baş başa geçirdiğimiz sessiz anlarda gözlerinin içiyle ve sonrasında dudaklarını kıvırarak bana gülümsemesine hep hayran kaldım. Çünkü bu sonsuz sevgi kendimi de bana daha çok sevdirdi. Ve evet tüm anneler gibi O ömrümün sonuna dek küçük elli kızım kalacak..
Canım annem, Canım kızım, kalbimin iki yanısınız...iyi ki varsınız....