30 Aralık 2013 Pazartesi

Ben Sadece Benimle

Eskiden daha çok yalnız kalırdım kendimle,üstelik keyif de alırdım. Ama hayat iş-ev-çocuk ve kalan zamanlarda sevdiklerimizle sosyalleşme döngüsüne girince kendime ayırdığım zaman giderek azaldı. Haliyle bu bir normal süreç tabi. Ama doğrusu bu değil. İnsan ne yapıp edip her şeyden uzaklaşabildiği kendine ait vakitler yaratabilmeli. Bir odada müzik dinlemeli, uzun uzun yürümeli, film izlemeli, şehrin en sevdiği semtinde saate bakmadan dolaşmalı, alışveriş yapmalı ne bileyim hiç vakti yoksa evine en yakın kafede oturup bir kahve içmeli mesela. Sessizliğini dinlemeli, etrafına uzun uzun bakmalı, mümkünse aklında hiçbir şey olmadan sadece kendini düşünerek...eğer mümkünse..İnsanın sorumlulukları da yaşıyla beraber büyüdükçe aklından geçenlere, düşüncelere, planlara "dur" diyemiyor. Öyle ki Deniz doğduğundan beri kitap okumakta bile zorlanır oldum. Oysa insanı kendi dünyasından en çok uzaklaştırabilen "okumak" değil midir? Tek okuyabildiğim çocuk gelişimi hakkında kitaplar yazılar. Belki sürekli "twitter" okumak da etkiliyor beni. Sürekli her şeyden haberdar olma zorunluluğu hissettiriyor ya memleket insana!!! Ama sosyal medya bazen bir yanılgıya dönüşüyor çünkü bir roman karakterinde kaybolmak gibisi yok. İşte tıpkı kitap okumaya konsantre olabilmek gibi kendine de dalıp gitmek lazım arada. Kendinle konuşur gibi, kendi elinden tutar gibi gezmek ve sadece durmak. Dükkanlara girip çıkmak, küçücük bir şeye" zaman alıyor" diye hayıflanmadan, kimseyi bekletme telaşı olmadan dakikalarca bakmak lazım. Kendi istediğin sokakta sallana sallana yürümek, kalabalıklarda güzel gözlü insanları seçmek, en sevdiğin kafeye gidip oturmak, istediğin daktiloyu aramak, deniz kıyısına inmek..Geçenlerde yapabildim bunu. İşten izin aldım, çocuğu, eşi dostu bırakıp kendime bir gün armağan ettim. Tabi ki Kadıköy sokaklarında..Çocukluğumda, gençliğimde gezindim durdum.Bana unutulmaz anılar veren caddeden geçtim, iskelenin önünde belki bininci kez durdum, sevgilimle aylak aylak gezindiğimiz günleri hatırladım. Uzun ve keyifli bir kahvaltı yaptım, biraz camdan dışarıyı seyrederek biraz da kitap okuyarak. "Sonra sağa mı dönsem yoksa sola mı" diyerek yürüdüm, kapılar buldum daha önce görmediğim, duvar yazılarını okudum, alışveriş yaptım, Moda'da güzel bir köşe keşfettim, kahve ve bira molası verdim kendime. Sırt çantamı doldurdum, yoruldum, yürüdüm, yoruldum, yürüdüm. Saate bakmadım, plan yapmadım, öğrenci gibi hissettim neredeyse. Güzeldi, yine olsa yine yaparım ve evet yapmalıyım :) Herkes yapmalı hatta. Yalnız kalmak sürekli olmadıkça güzelmiş :)

29 Aralık 2013 Pazar

2013 Hadi Gitme Zamanı

Oldum olası sevmem tek rakamları. Belki batıl inanç ama sonuçta kimse 2013'ün harika bir sene olduğunu da iddia edemez. Zor ve uzun bir seneydi. Her yeni yıl umutlu bir başlangıçtır ama bu seneye veda ederken sevinsek de 2014 için ne kadar umutlu olabiliriz bilemiyorum. Elbet güzel günler oldu hepimizin özel yaşamlarında. Benim için kızımla büyümeye devam etme senesiydi. O hızla 2 yaşını doldurmaya hazırlanırken ben 32. yaşımda hala kendimi, hayatı, insanları çözme telaşındaydım. İlkler yaşadım bol bol bu sene. Neredeyse ömrün yarısında hala "ilk" ler yaşamak ne güzel şey aslında. Kendimi yeniden keşfettim, geçmişi düşündüm bol bol,sarhoş oldum mesela ilk kez, durup dururken ağladım  şehrin bir balkonunda, sevmenin ne bitmek tükenmez bir duygu olduğunu anladım yeniden.Biraz çocuklaştım biraz büyüdüm. Hayatımda ne-kim vazgeçilmez ne aslında önemsiz keşfettim. Dostluk-kardeşlik adına, sevda adına hala öğrenmekte olduğumu anladım. Doyasıya güldüm, öfkelendim, konuştum, sessizleştim, aklım başımdan gitti zaman zaman...Sonra dinlendim denizimin kıyısında. Yazdım bol bol, en çok yazmak mutlu etti beni.  Anneliğin büyüsüne kapıldım, bencilleştim. Böylece geldi geçti bile 365 gün.Yine sağlığın huzurun değerini göre göre. Memleket yandı kavruldu umutla, öfkeyle. Gezi parkı uzun kış uykusundan uyandırdı bizleri, kötülüğü iyiliği kafamıza vura vura gösterdi. Sonrasına dair hem endişelendirdi hem umutlandırdı. Peki kim bilir neler bekliyor bizi daha? Dileğim herkes sağlıklı ve huzurlu olsun. Bu ikisi olduğunda toplumun hastalıkları da iyileşir belki. Belki pisliklerden arınırız,belki kör gözler açılır duymayan kulaklar duyar. Ve umarim Allah baba bizi korur :)    Güle güle 2013... Sevgili 2014 lütfen hepimize iyilik getir..

26 Aralık 2013 Perşembe

İBS Anne Bebek Çocuk Fuarı

Araya hastalık girince geçikti bu yazı ama yine de yazmak istedim. Geçen hafta Deniz'i İstanbul Kongre Merkezi'nde düzenlenen "Anne, bebek, çocuk Fuar"ına götürdük. Eğleneceği bir ortam olduğunu tahmin etmiştik ama bizim hayalimizden daha çok eğlendi kerata. Kocaman alan, her yerde oyuncaklar, çocuklara uygun masa sandalyeler, renkli oyun alanları ve en mühimi de tabi ki maskotlar. Tweety, Bugs Bunny, Şirinler ve en önemlisi Pepee ile Şila. Çocuğun gözü döndü, aklı çıktı haliyle. Hangisine gideceğini şaşırdı tabi. Uzun uzun inceliyor, dokunuyor ama hayretine hakim olamıyordu. Hele ki Pepee onun için çok önemli bir karakter. Ben açıkçası günde bir kaç kısa çizgi film izlemesinde bir sakınca görmüyorum. Çünkü oradan da çok şey öğrendiğine inanıyorum. Kelimeler, cümleler, şarkılar öğreniyor ve bunu günlük yaşamına yansıtıyor. Pepee'yi sürekli 2 boyutlu gördükten sonra aniden 3 boyutlu karşısında görünce tabi ki önce şaşırdı sonra sevindi. Üstelik Pepee ve Şila maskotları çocuklardı. Boyları kısa olduğundan daha da sevimli olmuşlardı. Vallahi utanmasam sarılıp sevecektim, öyle ki benimsemişim tiplemeleri :) Bunun dışında en çok ilgisini çeken Tweety oldu. Uzun uzun takip etti onu, dansına eşlik etti. Video mu çeksek, çocuğu kontrol mü etsek yoksa hayran hayran izlesek mi bilemedik :) 
Bu arada ilk diş kontrolümüzü de gerçekleştirdik. Azı dişlerinin uçlarının çıktığını ve bundan sonrasının daha rahat olacağını öğrendik. Küçük hanım yorgunluktan neredeyse bayılana kadar boya yapmayı da ihmal etmedi. Henüz sadece çizikler de yapsa boya kalemlerine bayılıyor. Sonuç itibariyle fuar hem ona ben bize çok eğlenceli geldi. Güzel dolu dolu bir kaç saat geçirdi. Seneye daha bilinçli olacağından eminim daha da çok eğlenecektir. Emeği geçen herkese teşekkürler. Orada çalışan herkes gerçekten çok bilinçli, güler yüzlü ve çocuk ruhundan anlayan insanlardı. 

                                                 "Buradan saatlerce kalkmam yau"
                                                        İlk gerçek diş kontolümüzden
                                                            "Şirin misin ne ayaksın sen" :))
                                               "Allahım bu gerçek pepeee miii"
                                                   "En çok bu sarı civcive hayret ettim"

23 Aralık 2013 Pazartesi

Bir Ağrı Hikayesi

Büyüklerin bir sözü daha doğruluğunu kanıtladı. "Evden çıkarken nasıl ve ne zaman döneceğini bilemezsin". Evet haklılar. Kontrole diye çıkıp 3 gün sonra eve bebekle döndükten 2 sene sonra ikinci süpriz hastane maceramı yaşadım. Sabaha karşı 5'te korkunç bir böbrek ağrısıyla uyanıverdim. Geçer belki demekle olmadı kendimizi dar attık acile. Allahtan anamız babamız var da kızımıza baktılar sağolsunlar. "Ya yalnız olsaydık" diye düşünmeden edemiyor insan. Minicik çocuğu sabahın 5'inde hastaneye sürüklemek ne kötü olurdu kim bilir? Hani derler ya "Allah düşmanımın başına vermesin" diye, ben böyle korkunç ağrı görmedim, duymadım. Kimi insan normal doğum sancısından beter der böbrek ağrısı için. Saatlerce çektim, teşhis kesinleşsin diye. Ama o bir kaç saat boyunca neredeyse "ölsem daha iyi" diye düşündürecekti o ağrı. Minicik bir taş yetişkin bir insanı nasıl o kadar süründürebilir şaştım kaldım. Akşam üzeri apar topar küçük bir operasyonla aldılar taşı. Durduğu yer böbrekte büyük sıkıntıya yol açtığından mecbur kalındı açıkçası. İnsan o ağrıyla ne kadar normal yaşamına devam edebilir ki. 
Şimdi bir taş parçalanmış olarak dışarıda, bir diğeri saatli bomba şeklinde böbreğimde duruyor. Bense sürekli tedirginim. Bu taş ne zaman bela olacak başıma diye? 3 günlük dinlenmeden sonra işe döndüm ama ağrılar geldikçe fena oluyorum yine. Bedenin ağrıması her şeyin önüne geçiveriyor. İnsan ağrı duymadığı anı hayal edip "ne muhteşemmiş" diye düşünüyor. Deniz kızım tabi bir şey anlamadı ama sanki sezmiş gibi evde sürekli üzerime veya yanıma oturmak istedi. Anneler hasta da olsalar asla tamamen dinlenemezler bence. Yardım edenler olsa bile çocuk annesini isteyince fazla bir seçenek kalmıyor. Daha önce ameliyat oldum, narkoz da aldım ama bu kez farklıydı. Bu kez o masaya yatınca aklıma ilk önce kızım geldi. Çok basit bir ameliyat da geçirsen ister istemez düşünüyorsun "bana bir şey olursa kızım ne yapar". Hayat artık önce onun için sonra kendin için değerli hala geliyor. Neyse, "en kötü derdimiz bu olsun" diyelim ve devam edelim...

16 Aralık 2013 Pazartesi

Evlat Küsünce

Ben çalışan anneyim. Üstelik sadece zorunluluktan değil isteyerek çalışan bir anneyim. Evet belki kızımı 4.5 aylıkken değil 1 yaşındayken bırakmak isterdim ama çalıştığım işten memnun olduğumdan işimi o kadar bırakma lüksüne sahip değildim. Yine de durup düşündüğüm zaman her zaman çalışmayı tercih ederdim. Çünkü evde olmak da gerçekten zor. Hele ki bir çocuğun 7/24 bakımını üstlenmek en zor işten daha stresli. Bir de işin "tercih etme" tarafı var. Kimi anne çocuğuyla evde olmaktan mutlu kimisi çalışınca mutlu. Bu konu uzun ve ayrıntılı bir konu kısaca.
Sonuçta kızımla biz erken ayrıldık. Ama kızıma anneannesi ve babaannesi baktıkları için gözüm hiç arkada kalmadı. Çok şanslıyım evet. Bu şekilde gözüm arkada kalmadan işime devam ettim. Bu bana iyi hissettirdi, benim iyi hissetmem de kızımın ruh halini tabi ki olumlu etkiledi. Memeden kendi isteğiyle 1 yaşında ayrıldı,bana çok bağımlı olmadığı için ayrılık sorunu da yaşamadık. Aslında çoğu zaman anneme bırakırken umursamıyor gibi beni el sallayarak uğurladı. Fakat zaman geçtikçe kendince tepkiler vermeye başladı yokluğuma. Mesela eve döndüğümde veya babası onu eve getirdiğinde beni gördüğüne dair en ufak bir sevinç göstermiyor. Hatta çoğu zaman başını çevirip başta tarafa bakıyor. Bir süredir de sabahları onu anneannesine bırakmak üzere hazırlarken evden çıkmamak adına her şeyi deniyor. Onu giydirmeme engel olmaya çalışıyor, sütünü içmiyor, hatta evde benden kaçıyor. Zar zor onu hazırlayıp bebek arabasına bindirirken bile direniyor. Ama bugün ilk kez çok farkı bir tepki verdi. Kızım bana küstü. Evet cidden küstü. Onu arabasına oturtana kadar ağladı, mızmızlandı ama oturtur oturtmaz boynunu büktü ve sustu. Ne yapsam bana bakmasını sağlayamadım. Yol boyu ses çıkarmadı ve yüzüme hiç bakmadı. ( fotoğrafta yüz ifadesini görebilirsiniz ) Anneanneye ulaşınca da bir süre kucağımda kalmak için ayakta durmamaya direndi. Sonra onu öptüm öptüm ve biraz gülümsemeye başladı. Evet bir yandan kızım benden ayrılmayı hiç umursamıyor diye hayıflandığım oldu. Ama bunun benim için de onun için de çok daha iyi olduğunu düşündüm hep. Fakat bugün verdiği tepki içime oturdu. Kalbim sızladı baya baya. Üzüldüğümü inkar edemeyeceğim. Çok eğlenceli ve hiç ayrılmadan geçen hafta sonunun ardından tekrar ayrılacağımızı anlayınca kendi küçük dünyasında hayal kırıklığına uğradı sanki. Belki o ben gittikten 5 dakika sonra neşeli ruh haline geri döndü ama ben saatlerce etkisinden çıkamadım. Her zaman demiyor muyuz, "annelik sürekli bir vicdan muhasebesi"...

6 Aralık 2013 Cuma

Yeditepe İstanbul

Sene 2001, TRT hala izlenebilir düzeyde. Aniden bu dizi çıktı ortaya. Kimsenin dikkatini çekmeyen bu dizi eminim izleyen herkes için unutulmazdı. Her şeyden önce oyuncu kadrosu inanılmazdı. Meral Okay, başta olmak üzere her oyuncu başroldeydi. Çünkü hikayenin baş rolü bir karaktere değil tüm mahalleye aitti. Yer Balat'da fakir bir mahalle. Her karakterin derdi büyük ; yalnızlık, fakirlik, işsizlik, hastalık..Onları bir arada tutan bu dertlerdi sanırım ama dikkat çekmeyen sıradan insanlardı her biri. Küçücük mahallede yaşanan dostluklar, aşklar ve en önemlisi yaşadıklarını ifade etme biçimleri ile çok özel bir hikayeden söz ediyorum. Sadece içinde geçen diyaloglar için, onları oturup bir kenara yazmak için bile defalarca izleyebilirim. Eğer izlediyseniz ne güzel. İzlemediyseniz mutlaka izlemelisiniz. Uzun uzun anlatmaya hiç gerek yok. Diyalogları okumak yeterli bence, hele ki piyano ve flütün eşlik ettiği melodisi kulaklarınızdaysa hala.

Ben özleyenler için hem müzikleri  hem replikleri paylaşıyorum. Eminim okurken bir gülümseyen olacaktır. Fazlasını arayanlara Google'ı tavsiye ederim. Doyasıya replik ve sahne bulabilirsiniz.
Yusuf:  
-Öyle bir bak ki bana, gelmem için mazeret gerekmesin.
-Karşılaştık ya tek avuntu bu...ve bu yeter.
-Hiçbir şey yaşamadım ki;ortasında olayım hayatın.. kenarındayım, tıpkı bizim mahalle    gibi..en kenarında, hayatın..
-Hayat, sahip olduklarımızın dışında kalanlarmış meğer.

Ali:
-Birini kendimize benzetmek ona yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Ömer:
-Hüznümün üzerine ağırlık koymam lazım. Değil mi ama? Yan vakitsiz bir gözyaşı olmasın    diye, muhtelif duygularımıza kas yapıyoruz.
-Ben seni iskambil destesinde bulmadım ki şansıma küseyim.
Havva Ana:
-Onlar gidiyor, sonra içinde hasta bir kalp büyütüyorsun.



Tamam Mıyız?

Çağan Irmak deyince akan sular durur benim için. Tüm filmlerini severim, hem de çok severim. Ama asıl O'nu güzel kılan her zaman "Çemberimde Gül Oya" dır. 41 bölümlük dizinin her bir bölümü ayrı bir sinema filmidir benim için. O gün bugünden gözüm hep Çağan'da. Yaptığı her iş kıymetlim. Çekimleri Gezi olaylarına denk gelen "Tamam Mıyız"? filmini de bu yüzden sabırsızlıkla bekledim. Ve dün akşam sevgilimle çocuğu anneye bırakıp koşarak gittim. Bir Çağan Irmak filminden beklenenin aksine bu filmin sonunda ağlamadık. Çünkü bu film mutluluğun, umut etmenin filmi. Eğer yine de ağladıysanız bu kez kederden değil rahatlamaktan'dır. "Tamam Mıyız?" farklılıklarından veya eksikliklerinden ötürü dışlanan herkesi anlatıyor. Yani kısaca herkesi. Pek çok açıdan zor bir toplumda yaşıyoruz. Toplumun kişisel özgürlüklere tepkisi malesef çok ağır olabiliyor. İnsanlar yalnızlığa sürükleniyorlar. Yargılanmakten yorgun düşüyorlar. Bu yüzden desteğe ihtiyacımız var. Bu desteği ancak bizi anlayan ve tamamlayan insanlardan alabiliriz. Eksiklerimizi onlarla tamamlarız çünkü. Sustuklarımızı onlar konuşur, kalbimizi unuttuğumuzda kalbimiz, aklımızı unuttuğumuzda aklımız oluverirler. Eksikleri tamamlarlar işte, basitçe. Yük olduğunuzu asla düşünmezsiniz. Aynı şekilde siz de onları tamamlarsanız hele ki, tadından yenmez işte. Filmde anlatılan hikaye belki çok çarpıcı bir örnek ama hepimiz bizi tamamlayan insanlar sayesinde özgürleşiyoruz aslında. Mücadele gücümüz ve hatta kendimize olan inancımız artıyor. Çağan Irmak yine insan olmanın, sevmenin en güzel noktasına değinmiş ve tam on ikiden vurmuş. Eğer şanslıysanız sizi tamamlayan insanları bulursunuz veya bulduysanız asla kaybetmezsiniz. İster sevgili olsun ister kardeş ister dost; bu hayatta şanslı insan "yarenlik" edeni bulandır; yargılamadan, sizi tüm kırık-dökük yanlarınızla seven ve çekip gitmeden aynı yolda yürüyen insanı - insanları - hayatında tutabilendir. Ve ne şanslıyız ki bize tüm bunları anımsatmaktan bıkmayan Çağan Irmak var. İyi ki varsın.
Bu yazıyı, ne kadar şanslı olduğumu düşündüren iki insana armağan ediyorum. Okurken anlayacak ve gülümseyeceklerdir. Sonsuz minnetlerimle.. 

4 Aralık 2013 Çarşamba

#blogfırtınası 15 Sene Sonra

Hikaye yazmak zordur ve pek bana göre değildir. Karakter yaratmak gerçek bir yetenek ister bence. Benim yazım basit birinin 15 sene sonrasına dair hayalidir sadece. Hayallerin gerçek olduğu sıradan bir hayatı anlatır..

.........Bir sabah hayallerindeki hayata uyandı.Sene 2028.Aylardan Mayıs..Memleket 15 sene önce yaşanan o berbat kaos ortamından kurtulmuş, halk huzurlu mutlu. Yine yaşam derdi var belki ama en azından bütün vatan hainleri yok olup gitmişler.
Kadın pırıl pırıl bahar güneşinde -yanında sevgilisi- kendini Foça'da demirlemiş ahşap bir teknede buldu. Erken kalkmaları gerekiyordu, yapacak işleri vardı. Ama yine de telaş etmeden kahvaltılarını yaptılar. Birazdan telefon çaldı. Arayan kızlarıydı. Güzel Sanatlar Fakültesine girmek için harıl harıl sınavlara çalışıyordu genç kız. "Ne zaman geliyorsunuz anne" diye sordu. "Haftaya İstanbul'dayız, birkaç gün daha kalıp geleceğiz" dedi kadın. Sonra tekneden inip kendi elleriyle kurdukları pansiyona gittiler. "Mavi Pansiyon" yeni sezona tastamam hazırlanmıştı. Bereketli bir yaz olsun diye en ufak ayrıntıda bile canla başla çalışmışlardı. Çok da çalışanları yoktu zaten. Küçük ama sevimli bir yerdi. Birkaç sene olmuştu açılalı. Haziran'dan Ekim'e kadar burada kalıyorlardı. Kışın ise bazen Antalya bazen İstanbul derken ayları geçiriyorlardı işte. Foça'dayken akılları kızlarında kalıyordu elbet ama genç kız kendi kendine idare etmeyi iyi biliyordu. Tabi ki yazı Foça'da geçireceklerdi ama bir haftalığına İstanbul'a kızlarının yanına gitmeleri gerekiyordu. Anne babalarını görecekler, kızlarının sınavları atlatmasını bekleyeceklerdi. Hem sezon öncesi biraz gezmek fena olmazdı. Şehirde kalan bir avuç dostları vardı ya hala, onlarla zaman geçirirlerdi bol bol. Yaz sezonu Foça'da çok yoğun geçerdi. O yüzden iyi gelecekti biraz uzaklaşmak. Ne tuhaf eskiden şehirden uzaklaşırlardı kafa dinlemek için. Şimdi ise şehre tatile gidiyorlardı. Komik belki ama senelerce bunu hayal etmişlerdi. İki sevgili birkaç gün içinde işlerini toparlayıp düştüler yola. Adam yine çok keyifliydi yollarda olmaktan. Kadınsa aklında sürekli planlar yapıyordu. Şaka değil 40'lı yaşları yarılamışları, seneler sivrilikleri törpülese de aynı gençliklerindeki gibiydi ikisi de. Biri sakin diğeri her daim telaşlı. Akşama doğru evlerine geldiler...Kızları onları kapıda karşıladı. "Güzel kızımın gülüşü hala bebekliğindeki gibi" diye aklından geçirdi kadın. İçeride onlar için hazırlanmış harika bir sofrayla karşılaştılar. Meğer tüm aile -ton ton anne babalar, abiler, yeğenler ve kadının biricik kardeşi- onları karşılamaya gelmiş. "Herkesi bir arada görmek sizi mutlu eder diye düşündüm" dedi kız kardeş. Kim bilir kaçıncı süpriziydi bu onlara.Kadın sevgilisine döndü. "15 sene önce de bu kadar mutlu muyduk" diye sordu. Adam kulağına "elbette" diye fısıldadı. 

3 Aralık 2013 Salı

#blogfırtınası Sevgili Roma Güzel Roma

Bu konu ödevler arasında beni en çok sevindiren...Dünyada sen sevdiğiniz yer. Cevabı hiç düşünmeden verebilirim. Öyle onlarca ülke görmüşlüğüm yok belki ama biliyorum ki tüm dünyayı gezmiş de olsam yine İtalya'nın Roma şehrini söylerdim. Kendimce sebeplerim var elbet ama bazen ben bile şaşırıyorum nasıl bu kadar benimsedim Roma'yı diye. Üstelik sadece beş günde. Orada balayımızı geçirdik ama sebep bu değil bence. Roma sanki hem Türkiye'den hem de değil.Sanki memleketimin en güzel özelliklerine sahip ama olumsuzluklarına değil. En çok insanları etkiledi sanırım. Sıcaklar,iletişimi el işaretleri ve mimik kullanarak kuruyorlar. Neşeliler ve eğlenmeyi biliyorlar. Yemek onlar için en büyük keyif :) İş'den çıkan mutlaka sokaklarda oturup güzel zaman geçiriyorlar. Basitçe mutlu olabiliyorlar. Bir şehrin insanlarının mutlu ve neşeli olması o kadar huzur verici ki...İklimi aynı İstanbul. Ben sıcak mevsimde gittim ama kışı da birmiş duyduğum kadarıyla. Şehri gezmek kolay, yürüyerek gezmek büyük keyif. Meydanları olağanüstü. Mimari büyüleyici..Yemeklere gelince :) sanırım yemekten büyük keyif alanların şehri Roma'dan başka bir yer olmaz.Makarna ile pizza'nın baş kenti dedikleri kadar var gerçekten. Kullandıkları sos malzemeleri, makarnanın tazeliği, pizza hamurunun inceliği, dondurmanın lezzeti derken yemeklere aşık olmamak elde değil. Hele ki şarap içmeyi seviyorsanız değmesinler keyfinize. Roma gördüğüm diğer Avrupa kentleri gibi soğuk ve kendini beğenmiş değil, aksine Roma dağınık ama olduğu gibi mutlu bir kent. İlkbahar kadar güzel ve ferahlatıcı. Orada geçirdiğim hayatımın en güzel günleriydi. Elbette yeni evli olmanın mutluluğuyla birleşmişti ama biliyorum ki defalarca gitsem sıkılmam Roma'dan. Yine aynı sokakları aynı meydanları bıkmadan yürür, Gepetto Ustanın dükkanına uğrar, sokak çeşmelerinden su içer, pizza yer, şarap içer ve gülümserim. Daha uzun kalsam İtalyan arkadaş edinmeyi ve o neşeli dili öğrenmeyi bile denerim, neden olmasın. Ve eğer bir gün biri bana dese ki "ülkeni terk etmek zorundasın. Nerede yaşamak istersin?" diye sorsa hiç düşünmeden "Roma" derim. Çok uzun çok ayrıntılı anlatmaya gerek de yok bence. Güzelliğin, zevkin ve neşenin baş kenti Roma..

2 Aralık 2013 Pazartesi

#blogfırtınası Kürk Mantolu Madonna ile Yeniden

Madem bu yazı bir kitabın herhangi bir satırıyla başlayacak tabi aklıma yine "Kürk Mantolu Madonna" geldi. Hala daha çok sevdiğim bir roman okumadım sanırım. 

 "Benim fikrimce aşk diye ayrı, müceret bir merfum yoktu.İnsanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. Yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyordu"...
Aklımı okuyabilse biri, ancak bu kadar güzel anlatırdı. Sabahattin Ali bu satırları yazacak kadar cesurdu. Çünkü bu fikir öyle herkesin anlayabileceği türde bir düşünce değil bence. O insanlar arasındaki tüm sevgiler demiş ya bana kalırsa "her hangi" bir varlığa bile duyulabilir o sevgi. Yazarın da dediği gibi ismi değişir, şekli değişir, verdiği mutluluk değişir. Nasıl istersen öyle tanımlar öyle yaşarsın. İster basitleştir ister tüm dünyanı aşk üzerine kur sana kalmış. Kim her ne şekilde anlatırsa anlatsın fark etmez. Yanlışı doğrusu olmaz, olmamalı. Ama en güzel tanım benim için böylesi işte. Aşk sevdadır aslında. İnsanı hasta edecek kadar ama bazen yaşatacak kadar büyüktür. Bu dünyanın tüm kahrını çekip, uzun-kısa bir ömür yaşayıp sadece belirli kalıplara sokmak aşkı, haksızlık değil de ne? Sevgi büyükse, en öfkeli anlarının ardından gülümsetiyorsa sevdadır ya işte. Bunun başka nasıl bir açıklaması olabilir ki? Kime, neye bütün kalbin ve ruhunla bağlısın? Neyi için yanacak, aklın başından gidecek kadar istiyorsun? Hepsi aşkın parçası veya ta kendisi değil mi? Ve eğer gerçekten aşk insanı isen; yabancı bir şehrin ara sokaklarında, çocukluğunun semtinde, sayfaları yırtılmış eski bir defterde, bilinmeyen bir şarkının nakaratında, bir çift gözde, sıradan film repliğinde, kıyıda köşede kalmış-kimsenin fark etmeyeceği kadar basit bir insanda bulursun aşkı..Ve bunca sevginin altında kalmadan, garipsemeden, tanımlamalar aramadan yaşamaya devam edersin. Çünkü sevda her yerde en çok da senin içindedir...Kimse anlamasa da Sabahattin Ali olsa anlardı...

#blogfırtınası Bir Varmışşşşş Bir Yokmuşşşşşş

Blogger kadınlar arasında küçük bir eğlence. Güzel olabilir diye düşündüm katıldım aralarına. Bakalım olacak mı? İş-ev-çocuk derken çok da sadık olamayabilirim ama denemekten ne çıkar deyip başlıyorum. Dünün yazısı ancak bugüne :) Ayrıntıları öğrenmek isteyenler : http://tamamenatiyorum.com/2013/11/30/blog-firtinasi/

"Bir varmış bir yokmuş...Dünyanın en yorgun en yaralı ama en güzel diyarlarından birinde yaşayan bir kız varmış. Kardeşinin deyimiyle "kalbi ayak parmaklarından saçlarına uzanan, sevgi arsızı bir kızmış bu. Hayatta tek derdi sevgi ve sevdiği insanlar olan bu kız büyürken elbet bazı taşlara takılıp düşmüş. Düştüğünde yaralanmış, ağlamış ama bir şekilde ayağa kalkıp yürümeye devam etmiş. Yol üstü yeni insanlar tanımış, her defasında aynı tazelikle onları da sevmiş. Ama her durakta durup ince ince sevdiği insanların büyük çoğunluğu yola onunla devam etmemiş. Korkup kaçanlar, yorulanlar, karşılık veremeyenler derken uzaklaşmışlar işte. Küçük kız da ne yapsın çareyi yazmakta bulmuş. Her kırgınlıkta yazmış, yazmış, yazmış. Dere tepe düz giderken de yazmış, duraklarda dinlenip yeniden sevmeyi denerken de yazmış. Seneler böyle geçerken küçük kız büyümüş önce "aşık" sonra "anne" olmuş. Tam büyüdüğünü zannederken kızıyla yeniden çocuk olduğunu fark etmiş. Yollar kısalmış, yorgunluğu artmış, arayışlar azalmış...Dönüp dönüp geçtiği yollara baktıkça yaşadığı sevgileri düşündükçe kendine şaşırmış kalmış. Gücüne, inadına hem hayran kalmış hem de bir yandan kahrolmuş ama bir de bakmış elinde avucunda kalanlar onun en yakınlarıymış. Bunca yorgunluğa sadece o insanlar için değdiğini anlamış ve gülümseyerek devam etmiş."

29 Kasım 2013 Cuma

Suret

Başka bir surette gördüm az önce seni, 
yaşlanmakta ve kırgın.
Sanki unutmuşum gibi kendini anımsatma telaşında.
Hiç unutmadım ben seni, bilirsin
Bıraktığın izle sen hep aynı kıyıda duruyorsun.
Kalkıp gitmeni istesem dahi gitmezsin bilirim..
İzlerini de varlığını da asırlar önce kabullenmişim,
ömrünün sonuna kadar o kıyıdan ayrılmasan
ben son gün yine yanına uğrar
öyle geçerim başka denizlere..

27 Kasım 2013 Çarşamba

Yaramaz "Diş"ler..

Deniz kızımın dişleri erken çıkmaya başladı ve tıkır tıkır da çıktılar bugüne kadar. 16 dişimiz mevcut şuan. Gülümserken görünmeye başladılar, sevimliliğine katkıda bulunuyorlar çaktırmadan. Geçen gün ilk diş fırçasını bile aldım. Benimle beraber kendince o da fırçalıyor. Biraz daha alışsın macun kullanmaya da başlayacağız. Bu 16 diş çıkarken elbet zorlandığımız zamanlar da oldu.Ateş oldu, sıkıntı oldu. Ama şuan yaşadığı eziyet bir başka. Son dişler olan arka azı dişleri çıkıyor aylardır. Dördü birden. Huysuzluk, kızgınlık,iştahsızlık...bir sürü şeye sebep oldu ve oluyor. Ama en kötüsü acı içinde bağırması ve ağlaması. Uykulardan fırlaması bazen de "ay ay" diye söylenmesi. İnsan öyle çaresiz hissediyor ki kendini. Dişine ilaç sürmeye çalışıyorum,parmaklarım diş izi dolu, umursamıyorum.Ama rahatlayana kadar öyle bir ağrıyor ki yavrum,fena oluyorum işte. Her zaman sağlıklı olması şükretmekten, dua etmekten yanayım ama anneyim sonuçta. Sıradan bir anne. O ağlarken içim parçalanıyor. Sıkı sıkı tutunuyor bana,"yardım et" der gibi bakıyor. Bazen tutamıyorum ben de ağlıyorum onunla beraber...Ama alışmak zorundayız ikimiz de. En büyük derdi dişinin acısı olsun :) diyelim. Bunlar daha ilk sancılar.
İlk diş hatırası

18 Kasım 2013 Pazartesi

Amirim Behzat Ç.

Behzat amirim sayfalarca yazdırır insanı aslında. Anlatmakla bitmez bir adam çünkü. Neredeyse Ankara'yı sevdirdi, şivesiyle beraber. Hala içim öfke dolu dizinin bitişine. Hala inanamamakta ısrarlıyım. Oysa ki belki de ilk kez bu ülkede "10 sezon" sürse bıktırmayacaktı bir dizi. Biz onu, O bizi diri tutacaktık sürseydi. Ama birilerine fazla geldi. Gerçekliğini kaldıramadılar elbet. Ellerinden geleni yapsalar da izlenmesine engel olamadılar işte. Sonunda sansürün sınırsızlığına dayanamayan dizi yaratıcıları daha fazla baskı görmeden çekildiler. Çekildiler de bitti mi? Hayır. Sinema'da devam ettiler. Dün akşam "Behzat Ç. Ankara Yanıyor" filmine gidip hasret giderdim ekiple. Çıkışta ise tabi ki bira içerek düşündüm düşündüm, kahroldum. Ha izlerken bir kez daha dizinin sona ermesini sağlayanlara saygılarımı en içten küfürlerimle sundum elbet. Malum çok güzel küfürler öğrendik :) "Madem öyle" dedim "bari her sene bir film çekseler".Aynı heyecanla gidip izlemez miyiz? Çünkü sadece ben böyle hissediyor olamam; bizim amirim ve ekibine ihtiyacımız var. Son yıllarda gittikçe azınlıkta hissettiğimiz yalnız ülkem'de "amirim" bizi anlayan tek karakterdi sanki.. Ve tabi ekibin tümü. Hayalet'e, Akbaba'ya, Harun'a ve Eda'ya fazlasıyla alıştık evet. Ne küfürleri fazla geldi ne yalnızlıkları. Evlerine girip biralarına, sohbetlerine ortak olsak hiç birimiz garipsemezdik heralde. Çok açmadan arayı ama taze tutmaya devam edeceğim kendi adıma. Ara ara izlemeye devam edip hatıralarını taze tutmak en güzeli. Onların sesleri, Angara şiveleri olmadan daha da yalnız hissederiz yoksa. 

- Başka yolu yok değil mi amirim? 
- Saçma sapan konuşma la!!!  

14 Kasım 2013 Perşembe

Deniz'in Teknolojiyle İmtihanı



"Çocuklarımızı teknolojiden, radyasyondan koruyalım, sokaklarda oynasınlar bol bol, ahşap oyuncaklar alalım" diyoruz ya hepimiz, evet çok da doğru düşünüyoruz. Fakat kaçırmamamız gereken bir nokta var. Devir gerçekten değişti ve hızla da değişmekte. Bizim büyüklerimizle aramızdaki farklar şimdi çocuklarımızla daha da büyüyecek. Onlar bizim 20'li yaşlarla tanıştığımız internet, cep telefonu, sosyal medya gibi kavramlara doğdular. Ellerine telefon tutuşturmuyoruz elbet ama görüyor, gözlemliyor ve öğreniyorlar. Üstelik sadece izleyerek öğreniyorler. Sonra bir gün ellerine telefon alıp konuşmaya minik parmaklarıyla mesaj yazmaya başlıyorlar. Veya ipad'den kendi oyunlarını açıp oynuyorlar. Bizler de şaşalayıp "ne zaman öğrendi ki" diyoruz. Onlar bizi daha şimdiden geçtiler. Her zaman ileride olacaklar.Bütün nesiller gibi biz de geride kalıp bir yandan gururlanacağız.
Varsın sevsinler teknolojiyi, öğrensinler erkenden. Yine de onlar çocuk; koşup oynamak, bir dolu oyuncak arasında bir yaprakla, taşla oynamak, sokakta koşturmak her zaman daha çok ilgilerini çekecek nasıl olsa. Hem hala çocukların doğa ile teknolojiden daha çok haşır neşir olmasından yana bir anneyim. Onu her fırsatta sokağa ve mümkünse doğaya çıkarmak her zaman ilk sırada olacak benim için. Bu arada soldaki fotoğraf için söylemem gerekir ki; bütün bu teknolojiye rağmen, annesinin antika daktilo sevgisi sayesinde minik parmakları onun dünyasına çok uzak bir yazı makinasına da dokundu. Dileğim; çok okusun çok yazsın. Hikayeler yaratsın aklı fikri. Hayal dünyası güzeldir. Hayalleri bitmesin, solmasın hiç. Gerçek dünyadan bunaldığında, onu mutlu etsin, yaratıcılığını sonsuz kılsın hayalleri. 

Bal Kaymak'a Mektup

Bal kaymak kızım benim, minik böceğim,
21. ayını doldurduğun bu günlerde ben git gide çocuğuna aşık şaşkın annelerden oluyorum ama büyüdükçe o kadar tatlı oluyorsun ki... Bir yandan daha şimdiden beşikteki zamanlarını özlerken bir yandan büyüdükçe ve paylaşımlarımız arttıkça sana daha çok hayran kalıyorum. Evet büyükler yine haklı çıktılar. Çocuğun her dönemi ayrı güzelmiş. Ama yürümenin sağlamlaştığı, merdiven çıkmaya çabaladığın, telaşlı ve paytak paytak koşuşturduğun, size anne-baba dediğin bu günler gerçekten bir başka. İletişim gücün git gide gelişiyor. Kendi dilinde çokça konuşurken, bizim dilimizde de kelimeleri öğreniyor ve keşfettikçe neşe içinde tekrarlıyorsun. Karakterine işlemiş merak duygunla yaptıklarımızı dikkatle izleyip taklit edişin bizi hala şaşırtabiliyor mesela. Evde kenar köşelere gizlenme, masaların altında oynama gibi klasik çocuk davranışların bile bize sevimli geliyor. En çok da şarkılar eşliğinde mırıldanmanı, dans etmeni seviyorum.
 Oynarken bizi de ayağa kaldırıyor seninle dans etmemizi sağlıyorsun. Biz çalışan ebeveyn olarak seni gerçekten çok özlüyoruz. Babanla akşam seni görebildiğimiz 3 saatlik kısa sürede önce sofrada birlikte yemek yiyoruz, sonra seninle mümkün olduğunca oyunlar oynuyoruz, kitaplarını karıştırıyor kelimeler öğreniyoruz beraber. Bizim seninle oynadığımız anların senin için ne kadar önemli olduğunu yüzündeki sevinçten görebiliyoruz ve safça gururlanıyoruz. Bazen uykunun geldiğini gördüğümüzde üzülüyoruz. Akşam 9:30'da yatma zamanın ve düzenini bozmamak adına bunu değiştirmiyoruz. Sen uyuduğunda...yine seni özlüyoruz. Ve sanırım sen büyüdükçe seni daha da çok özleyeceğiz. Bebekliğini, çocukluğunun ilk zamanlarını ve hayata attığın her adımı çok özleyeceğiz. 

12 Kasım 2013 Salı

Anarşist

İçimde bir anarşist yaşıyor
Sağa sola vurmak isteyen.
Bu deli öfkeyi ne zaman duysam
Koşa koşa yanına geliyorum.
İçimi acıtan sevinci özlüyorum...

5 Kasım 2013 Salı

Sınırsızca Sevme Hastalığı

Eğer Tıp literatüründe geçmiyorsa acilen geçmeli. Böyle bir hastalığım var benim çünkü. 
Sevmenin dozajını, sınırını,ucunu bucağını bilmiyorum. Öğrenemiyorum. Kendimi hiç durduramıyorum. Doğdum doğalı böyle bu. Evet bazen birden fazla insanı 
bazen de sadece bir insanı kontrolsüzce seviyorum. Sevmesem, hissetmesem sanki kalbim duruyor, nefesim kesiliyor. Hayat hayat olmaktan çıkıyor benim için. Doymuyorum asla. 
Arsız kalbin sevme isteği bitmiyor. Bazen yorgun düşüyor, bazen deli gibi korkuyor, bazen de cesaretine şaşıp kalıyor. Ama vazgeçmiyor yine de. Peki sevdiğim insanların tepkileri? 
Korkanlar oldu, anlayamayanlar, tuhaf bulanlar, kendi sözlüklerinden sözcüklerle tarif edenler ve yargılayanlar oldu..Hepsi haklıydı belki kendine göre. Sanırım buna katlanabilenler veya bununla yaşayabilenler azınlıkta kaldı. Çok kızdım, çok kırıldım ama yine onları değil hep kendimi suçladım aslında. Ben olsam böyle sevilmeye dayanabilir miydim? Bilmem. Bir elin parmakları kadar insan dokunabiliyor artık kalbime. 
Geri kalanın ne düşündüğüyle artık ilgilenmiyorum. Sadece sevmek istediğim kadar seviyorum..

Yazdığım Herkese

"Yazdıklarım duruyor mu?
Satırlarca sayfalarca yazı hani hatırlar mısın.
Yazdığım kadar konuşmadım hiç,
Onca konuşmamıza rağmen üstelik.
Çok insana yazdım tıpkı çok insanı sevdiğim gibi.
Konuşmalarım anlamsızdır yazdıklarımın yanında
O yüzden unutma onları sakın olur mu?
Ben onlarla tutundum hayata çünkü
Onların sayesinde vazgeçmedim, dönemedim.
Birine onca cümleyi yazarsın da unutabilir misin?
Ben tek cümleyi bile unutmam.
O yüzden sen de unutma..
Arada birkaç sayfa oku mesela.
Benim sevgimi sorgulama sakın, şüphe etme.
Neler yazmışım ben sana, hiç düşündün mü..
Öyle yazdığın insanı nasıl sevmezsin ki?
Nasıl unutursun?
Unutma...

27 Ekim 2013 Pazar

Yürümek Güzeldir

Vakit gece yarısı. Saatlerin geri alındığı o ilk tedirgin edici gündeyiz. Evet biraz kendime yazdığım günlük gibi olacak bu satırlar biliyorum. Varsın öyle olsun bu sefer. Kontolü meslek edinmişim ya kendime. Düzeni, tam ve doğru olmayı. Oysa büyük şehirde yaşayıp, ev-iş-çocuk ve sosyal hayatın arasında sıkışıp kaldığında kontrolünü sakince elinden bırakmak en güzel çözüm. Kontrolsüz, plansız ve koyvermiş yaşamak gerek artık. Evet alışkanlıkları bırakmak zor ama asıl seni böyle tanımış insanlara törpüleniş halini anlatabilmek zor. İç hesaplaşmalarının henüz bitmediğini fark ettiğim bugünlerde artık kendimi sonsuza dek kontrol dışına alıyorum. Plansızlık öyle güzel şey ki bazen. Öyle ki yürümenin ne keyifli ne rahatlatıcı bir aktivite olduğunu bu yaz yeniden hatırladım mesela. Tabi yanımda canım kadar sevdiğim biriyle. Hiç mi yürümedim ben uzun uzun sanki. Bu şehrin birbirinden en alakasız semtlerinde ve hatta en alakasız insanlarla yürüdüm uzun uzun. Yürürken çok konuştum çok dinledim. Kavgalarla, kalp ağrısıyla ve bazen de aşkın heyecanıyla yürüdüm..Ama yalnız yürümeyi de sevemedim gitti. Bugün düşündüm; keyif alarak ve yolun nereye gittiğine bakmadan yürüdüğüm kaç insan oldu hayatımda? Kaçıyla hala yürüyebiliyorum peki? İşte O insanlardan biriydi bu gece yanımdaki. İlk anlarında hiç de iyi hissetmiyordum aslında. Ellerimi cebimden çıkarasım, saçlarımda rüzgarı hissedesim yoktu. Sonra yürüdük yürüdük, kendimizi Kadıköy sokaklarında bulduk sonunda. O yol kaç farklı duyguyu taşıdı yine? Kaç ruh hali gelip geçti yanımızdan, içimizden. Neleri düşündük, nelere gülümsedik içimiz acıyarak. Ne kavgalara kahkaha atabildik seneler sonra...Gecenin sonunda iyi hissediyordum. Taze bir sabah uyandım gecenin bir saati. İşte belki de sırf bu yüzden "yürümek güzeldir". Ve bazı "ilk" ler gerçekten hiç unutulmaz.

25 Ekim 2013 Cuma

Çocuk = Vicdan

Sanırım Sezen Aksu'nun sözüdür "annelik bitmeyen bir vicdan azabıdır". Çok severim çok iyi anlarım. Üstelik henüz tecrübesiz 21 aylık anne olarak. Daha karnındaki varlığını öğrendiğin an beliriveriyor vicdan. Halihazırda mevcut olan öz vicdanından bambaşka bir varlık gibi büyüyor. Yediğin içtiğin her şey, okuduğun satırlar, izlediğin filmler, soluduğun hava bile o vicdanın onayından geçiyor önce. Doğduktan sonra da hızla büyüyor ve aslında vicdanınla olan mücadele hiç bitmiyor. Kızımla olmadığım her anda, iş dışında onsuz yaptığım her şeyde vicdan sazı eline alıyor. Uzağındayken çok sık "şimdi onunla olmalıydım" derken buluyorum kendimi. Babasıyla baş başa bir yere gitsek konu her zaman O'na geliyor, kendimizi onu özlerken buluyoruz. Onu büyütürken aldığım kararlarda, ona karşı davranışlarımda "ya yanlışsa" diye kendimi sorguluyorum. "Ona nasıl ne şekilde" kızmalıyım, yanlışını nasıl öğretmeliyim diye soruyorum. Onu hayata hazırlarken şımartmaktan korkuyor bir yandan da hiç üzmek istemiyorum. Bunun mümkün olmadığını bile bile üstelik. Yani kızım artık benim vicdanımın vücut bulmuş hali :) Çünkü ne okusam ne görsem neyi izlesem onun varlığı vicdanımı etkiliyor artık. Çocuklar daha muhtaç gözümde, yaşlılar daha acınası,dünya daha korkunç ve tehlikeli, ülke desen içler acısı halde. Gazete okuyamaz, haber izleyemez oldum artık. Çünkü duygusal sınırlarım yer değiştiriyor, daha büyük depremler yaşıyorum olumsuzluklarda. Evet evet eminim; çocuklar her şeyimiz oluyor ya, en çok da vicdan...

21 Ekim 2013 Pazartesi

Antalya'da Tatil ve Organik Hayat

Bu sene hem şanslı hem şanssızdık. Şanslı olmamızın sebebi hem Eylül'de hem Ekim'de birer hafta Antalya'da geçirdik. Şansızlığımızsa Eylül'de aile boyu hastalanmamızdı. Özellikle Deniz'in ilk kez ciddi kusma ve ishale sebep olan mikropla mücadelesi bütün evi ve tatili etkiledi. Hani derler ya "ona gelen bana gelsin" diye. Biz yetişkinler için daha kolay. Henüz derdini anlatamayan bir çocuğun hasta olması çok üzücü oluyor. Antalya Memorial Hastanesinin çocuk acili çok başarılıydı. İyileşme sürecini kolay atlatmamıza çok yardımcı oldular.
Sonuç olarak Eylül'de Deniz kızımızı deniz ile buluşturduk. Ama sonrası gelmedi. Daha çok dinlenerek ve bahçede oynayarak geçti günler. Ama asıl önemli olan da şehir yaşamından uzak geçirdiği anlardı zaten. Ekim'de bayram tatilinde hastalıktan uzak daha güzel daha neşeli günler geçirdik. Deniz Ekim ayında denize girdi. Suyu ve denizi çok sevdiğini iyice anlattı bize. Öyle ki korkusuzca denize doğru yürümek istedi. Suyun ona göre soğuk olduğuna karar verip onu plaja tekrar götürmeye çekindik. Malum plaja gidersek denize girmesine engel olmak çok zor olacaktı. Ama neşe içinde ellerini ayaklarını çırpması bizi çok mutlu etti. Seneye kolluklarla yüzmeye başlarız sanırım. 
Geçen sene henüz sepette taşınan minik bir bebekti Deniz kızı. Bu sene toplamda 3 haftaya yakın zaman geçirdiğimiz Antalya'da hafızasında yer etmeyecek olsa bile onu çok keyiflendiren günler geçirdik. Ardı arkası kesilmeyen ilkler yaşadı ufaklık.
Eşsiz Konyaaltı plajında taşlarla oynadı, denize girdi. Kaleiçi'nde, Karaalioğlu Parkında özgürce dolaştı ilk dondurmasını Maraş dondurmacısının çok sevdiği külahın içine saklaması suretiyle yedi. Bayramda akraba ziyaretlerinde bulundu ve el öpmeyi öğrendi.
Ceren ve Bekir'le oynayıp sosyalleşmeye gördüğü tüm çocuklara gülerek koşmasıyla, iletişime girmeye çabalamasıyla devam etti :) Çakırlar'da gözlemeci teyzeye yardım edip ilk kez hamur yoğurdu, balıkçıda kendi balığını seçmeye ısrar etti, kahvaltıya gittiğimiz at çiftliğinde atlarla tanıştı, birkaç dakika da olsa minik poni'ye bindi, şehirden uzak dede evinde koyunlar, kuşlar, keçiler, kurbağalar, karıncalarla tanıştı. Gördüğü her hayvanı hayretle karşıladı. Bahçede özgürce gezdi, zeytin, limon ve nar topladı mesela, yapraklarla oynadı. En çok kozalakla ve çam iğneleriyle oynamayı sevdi. Toprağa elleriyle dokundu, etrafa savurdu en çocuk haliyle. Yediği yoğurt-tereyağı-yumurta köyden, sebzeler-meyveler-zeytinler kendi bahçemizden olunca tatil organik yaşama döndü. Henüz 21 aylık ama dalından meyve koparmayı bile öğrendi ufaklık. Biz de onu bu anlarını deli gibi fotoğraflandırırken bir yandan ne kadar mutlu olduğunu görüp bir yandan İstanbul'da bütün bunlardan ne kadar uzakta olduğunu düşündük durduk. Onu çok sık buralara getirmemiz gerektiğini bir kez daha anladık; doğayı sevmeye devam etsin hep içe içe olabilsin diye.     
                
               
              

              
             
               

                     
                    

Sayılı günler hızla geçerken Deniz kızı anneanne-dede, büyük dayı, teyze, yenge, kuzenler derken giderek şımardı. Bizimle yatmak istemeler, uyumaktan kaçmalar, merdivene veya yasak olan yerlere çıkmaya çalışmalar derken yediğimiz içtiğimiz her şeyi eritecek kadar koşturdu peşinden. Ama çocuk da haklıydı tabi kendine göre. O da tatildeydi ne de olsa. Mangal'da bile bize eşlik edecek kadar iştahlı olduğundan için değişik tadları öğrenmesine azar azar da olsa izin verdim. Ama tatlıyı hala yemiyor çünkü bilmiyor. Çok az tadına baktığında bile anlamıyor henüz. Bu konuda elimden geldiğince yasak koymaya devam edeceğim. Bunun dışında koşarak yürüme, basamaklara çıkabilmek gibi gelişmeler gösterdi tabi. Hareketleri temkinli de olsa takılıp sehpanın köşesiyle alnını delmeyi başardı mesela. Bol bol düştü kalktı. Elleri çamurlandı, üstü başı sokak çocuğuna döndü. Kelime dağarcığı gelişti. Bildiği renkler, hayvanlar ve ağaçlara yenileri eklendi. Denizce dilini özellikle bayağı ilerletti kerata :) Yine de teknolojiden tamamen uzak durmadı. Kurtarıcı Pepee ve basit oyunları sayesinde biz de nefes aldık elbet. Ama ipad'den fotoğraflara bakarken kendini görüp bebekçe "Deniz" demesi çok güzeldi. Ha bu arada 5-6 dakika boyunca uzun uzun "anne" diyerek yine ağzıma bir parmak bal çaldı. Çünkü bir daha o sihirli kelimeyi duyamadım :( 
Dolu dolu geçen günler sırasında Deniz kızının anne babası büyüklerin varlığı sayesinde bir kaç ufak kaçamak yaptı tabi. Baş başa şehirde en sevdiğimiz yerleri yürümek, Leman Kültür'de tıka basa yemek, Çaltıcak koyunda denize girmek ve Özkan'ın senelerdir görmek istediği Termessos'a çıkmak gibi. Çıkmak derken şakası yok 9 km araba ile olmak üzere 1500-2000 mt'ye çıkıp keçiler gibi tırmandık. Alışkın olman biz şehirliler için zor ve endişe doluydu. Çıktğımız tepeden dönerken patikalar birbirine girdi ve kısa süreliğine de olsun kaybolduk. Ama olsun tüm yorgunluğa rağmen zirvedeki manzara ve içinden geçtiğimiz doğa için değerdi. 
  
                                   
  
                                    
   
Eylül ve Ekim'de Antalya hikayemiz bu senelik bu kadardı. Hiç bitmesin hep çoğalsın Antalya gezileri, keşifleri. Önümüze oralara kaçmak için fırsatlar hep çıksın. Çünkü Şüphesiz ki Antalya dünyanın en güzel şehridir.

8 Ekim 2013 Salı

İstanbul Üniversite'sinde Okumak

Anadolu yakasından nadiren çıkardım. Ama Avrupa yakası hele ki tarihi yarımada her zaman ilgimi çekerdi. Belki biraz da bu yüzden İstanbul Üniversite'sine takmıştım kafayı. Oldu da sonunda. Orada okuyacaktım. 18 yaşındaydım. Çapa'da doğmuş ama sadece Kadıköy'ü bilen tanıyan biri için Beyazıt farklı ve hatta ürkütücü bir dünyaydı. 5 senede ne günlerim geçti orada. Harika dostluklar kurdum, neşeli-üzgün günlerimi, aşkımı yaşadım doya doya, sürekli gezdim, sürekli yemek yedim, insanları seyrettim, hiç görmediğim hayatlar gördüm. Özellikle fakültede kazandığım dostluklar yanıma kalan en büyük kazançtı. 5 sene boyunca hiç ayrılmadan iyi kötü günlerimizi birlikte geçirdik. Lise-üniversite geçiş sancılarını birlikte çektik, aşklarımızı, aile sorunlarımızı, mutluluklarımızı gün gün birlikte yaşadık. Her sabah iskelede başlayan maceramız yol boyu keyifle geçiyordu. Uzun uzun yürüyor, yolumuzu uzatıp yeni sokaklar keşfediyor, derslerden sonrası için planlar yapıyorduk. Okulda ve semtte ayak basmadığımız yer kalmamıştı kısa sürede. Ürkek çocuklar olarak girdiğimiz tarihi edebiyat fakültesinden neredeyse yetişkin bireyler olarak çıktığımız güne dek yaşadığım her gün için mutluyum. İyi kötü her gün için hem de. Çünkü biliyorum ki kişiliğimi oluşturan büyük temel taşlarını yarattı o günlerin her biri. Üniversite öncesi Funda ve dünyası ile sonrası çok farklıydı ve bu farklılıkları özümsemek aslında hiç de kolay değildi. Çevrem, arkadaşlıklarım geldiğim sokaklar bile bambaşkaydı. Rus Dili ve Edebiyatı okudum. Okurken de sonrasında da hayal kırıklığı yaşadım ama yine de 5 senelik İ.Ü. macerası için bir an bile pişmanlık duymadım. Otobüsler, tramvay hatta vapurlar geçti yıllarca hayatımızdan. Kısa bir dönem Çapa uzun bir dönem Bakırköy yollarını arşınladım çok farklı sebeplerden. Okulun çevresini ezbere öğrendim. Esnafın, ilçe halkının farklılıklarına alıştım. Gülhane'yi, Sultanahmet'i, Eminönü'nü, Süleymaniye'yi Çemberlitaş'ı karış karış gezdim. Müzeler ziyaret ettim, tarihi sokaklar, medreseler, kenarda köşede kalmış bir sürü mekan öğrendim,tanıdım. Hepsi tek tek içime işledi. O sokakların, o dostların, o yıllarda tanıdığım herkesin bir parça etkisi oldu üzerimde.  
Kızlarla dolu dolu geçirdik 5 senemizi. Ders bitince asla hemen dağılmazdık. Beraber geçen zamanlarımızı değerlendirmeyi bilirdik. Zaman zaman Galata'ya gidip mahalle kahvesinde beyoğlu çikolatası eşliğinde çay içerdik mesela. En çok Çemberlitaş'taki Çorlulu Ali'yi severdik. Taş binadır Edebiyat Fakültesi, hiç ısınmaz. Berelerle, parmaksız eldivenlerle geçerdi dersler. Bizse ders bitince koşa koşa sıcak çaylarıyla ısınmaya Çorlulu Ali'ye giderdik. Çay içerken de bol bol konuşur bol bol gülerdik. Kahve falları bakar, yol üzerinde simit, mısır, Eminönü'nde balık ekmek ne bulsak yerdik. Hiç kilo almazdık. Okulun yemeklerine burun kıvırmayı bırak seve seve yerdik. Çok yürür vapur içinse çok koşardık. Sınıfımıza çıkmak için çıktığımız merdivenler bile yeterdi yediklerimizi eritmeye. Dertlerimiz, sevinçlerimiz ortaktı. Sır olmazdı hiç aramızda. Ne yaşarsak birlikte yaşardık. Bazen hüzünlü ama çoğu zaman mutlu çocuklardık. Okulun her katı, her kampüsü, okul yolundaki her sokak, kızlarla geçirdiğimiz her gün şimdi bir rüyadan kalan izler gibi aklımda. Yine binsem telaşla vapura. Onlarla buluşsak Eminönü'nde. Soluksuz yürüsek okula kadar, dersleri kaynatsak, istediğimiz yere gidip çenemiz acıyana kadar konuşsak...Yetişmemiz gereken hiçbir yer olmasa. Saate bakmadan zaman geçirsek...Yeniden çocuk olsak, saf olsak, dertlerimiz basit olsa..
O günlerin üzerinden şimdilik 8 sene geçti. Geçip giden ve çok geride kalan günlere en büyük tesellim her biriyle hala dost kalabilmemiz. Çoluk çocuğa karışsak, uzak uzak semtlerde, bambaşka yaşamları sürdürsek de birbirimizden hiç kopmamamız, hala uzun uzun konuşup beraber gülebilmemizdir..İyi ki varsınız canım kızlarım :)

Başka
















Seni gördüm dün. 
Şehrin herhangi bir caddesiydi işte. 
Hava soğuktu ve yürüdüğün cadde kalabalıktı. 
Beni göremeyeceğin bir yerdeydim, 
durdum ve seyrettim seni. 
Yüzün asık, bakışların donuktu. 
Üşümüştün sanırım, omuzların yukarı kalkmıştı. 
Basit bir keyifsizlik veya neşesizlik değildi bu,
basbayağı mutsuzdun sen. 
Sanki sadece yalnızken ortaya çıkarabildiğin başka bir sen vardı. 
Kimsenin tanımadığı mutsuz sen. 
Oysa seni tanıyanlar  "neşeli, hayat dolu, güler yüzlü" diye tanımlardı. 
Benim gördüğüm görüntü çok farklıydı. 
Sessizce acı çekiyordun anladım. 
Hiç kimsenin bilmediği bir yalnızlık vardı kalbinde. 
Kimsenin göremeyeceği, 
kimseye gösteremediğin bir acıyı çekiyordu ruhun. 
Ben gördüm.
Geçip gittin, 
Bu halinle iz bırakarak..

2 Ekim 2013 Çarşamba

1 Ekim 2003-1 Ekim 2013

Tesadüfler bizi bir şekilde tanıştırmıştı ama yine aynı tesadüfler yüzünden 1 ay birbirimizi görememiştik. Sonunda o gün geldiğinde tarihler 1 Ekim 2003'ü gösteriyordu :) Taksim'de AKM'nin önünde bekledim onu. Heyecandan erkenden gelmiştim. Uzaktan geldiğini gördüm sonra yavaşça yürüdük birbirimize. Korkular, endişeler o an uçup gitmişti. Hayatımda gördüğüm en güzel yüz, en parlak gözler onun'du. Sonra sanki "nerdeydin sen" dercesine sarıldık birbirimize. Sımsıkı. Senelerdir berabermişiz gibi, özlemiş gibi. İlk görüşte aşk'a inanmam ama ilk görüşte kapılmıştım hatırlıyorum. Tabi 1 aydır paylaştıklarımız da kendimi kaptırmama çokça yardımcı olmuştu. 

Ne İstiklal'de nasıl yürüdüğümüzü ne de Kafe Kafka'da saatlerce nasıl oturabildiğimizi anlayamadan akşam olmuştu. İşte o gün bugündür ben aynı adamı seviyor, aynı adamla konuşuyor ve yine onu dinliyorum. Onunla hala her şeyi kendimle konuşur gibi konuşabiliyorum. Aşk karın ağrılarının sona ermesiyle de devam ediyormuş işte. 
Çünkü aşk aynı sevgiyi 10 sene sonra da hissedebilmek ve hatta beraber dünyaya çocuk getirebilme cesaretiymiş meğer. 
1 Ekim'i ilk kez kutlayalım dedik, 10. sene hatırına. Aynı yerde buluşup aynı kafeye gittik. Bu kez farklı olarak yemek yiyebildik ve hatta şarap içtik. Tabi 10 sene önce yanımızda uğrayıp o günkü halimizi hala yarı alaylı anlatan dostumuzla birlikte :) Bundan sonraki hedef 20. veya 30. senede Deniz'le buraya gelmek. Tabi küçük hanım o yaşlarla bizimle takılırsa :)